6 Ocak 2017 Cuma

Kompozisyon Dersi (Roman)

Öğrencilerimi daha iyi tanıyabilmek için ilk kompozisyon dersinin gelmesini dört gözle beklerdim. Bu ilk derste, onların edebi yönlerini keşfedebilmek için kompozisyon yazdırırdım. Acaba içlerinde gelecek vaat edenler, yönlendirildiğinde sağlam kurgularla edebi yazılar yazabilecek olanlar var mı diye merak ederdim.

Bu yıl da öyle oldu. Öğrenciler yeni bir eğitim öğretim yılına başladıkları için heyecanlıydılar ve en kolay yazılacak konu da, insanın o an hissettikleri olduğu için, ben de "Yeni eğitim öğretim yılına başlamanın heyecanı"yla ilgili bir kompozisyon yazdırdım.
Öğrencilerimin yazdığı bu ilk kompozisyonları daha bir dikkatle okumalıydım.

Kimsenin rahatsız edemeyeceği bir ortamda okumaya çalıştım yazılanları. Yer yer ümitlerimi artıran yazılar çıkıyordu karşıma ama onun yazdığı kompozisyon daha bir başkaydı. İdealist yanlarımla ümitlerimin heyecan dalgasına tutuldum. Böylesine kabiliyetli ve hissî bir öğrencimi keşfetmenin ve onu kazanabilmenin hazzı kapladı bütün benliğimi. Tavırlarıyla dikkatimi çeken bu öğrencim, yazdıklarıyla da benim ilgi odağım olacağa benziyordu.

Ondan ümitliydim.

Bir öğrencinin seçtiği kelimeler ve bunları özenle cümlelere yerleştirmesi bana bir fikir verebiliyordu. Bu özelliğin onda fazlasıyla olduğunu fark ettim.

Bir gün, elinde ikiye katlanmış bir teksir kağıdıyla yanıma geldi. Utangaç çehresiyle yüzüme bakarak: "Hocam, bir yazı yazdım; acaba değerlendirebilir misiniz?" dedi. Böyle bir istek, benim için cana minnetti!

Yazıyı almak için elimi uzattım. Kâğıdı bana uzatırken, elinin hafif titrediğini fark edebiliyordum. Temize çekilmemiş bir yazıydı. Bazı yerlerin üstü çizilmiş, bazı kelimeler karalanmış ve bazı cümlelere eklemeler yapılmıştı. Büyük bir memnuniyetle: "Okuyup değerlendiririm." dedim.
Geceydi. Sırlar örtülüydü gecenin sürmeli örtüsüyle. Uykunun kollarındaydı şehir. Yüreğinde maziden arta kalan hüzünleri besteleyenler uyanıktı sadece.

Bazen, yüreğine yasak koyanlara imrenir, terk ederdim uykuyu. Yine böyle bir geceydi. Elimde öğrencimin yazısı. Zaman en tatlı yorumlarla yeni anlamlar kazanmaya hazır. Harflerin yan yana dizilişinde, taze bir yüreğin ürkek heyecanlarını okuyorum. Satır aralarına, bir kuş kalbi kadar ürkek ve kırılgan bir yüreğin, yazı diye serpiştirildiğini görüyorum.

İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyorum. Duygularım hüzne yakın duruyor.

Kendisini biraz anlar gibi oluyorum. Ön sırada oturan, dersleri dikkatle dinleyen ve ders dışı hiç konuşmayan öğrencimi düşünüyorum yazılanlarda. Yazdıkları ele veriyor kendisini.

"Eylül'ü Düşlerken
Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü...
Annemin söylediği ninniler kadar içten ama gökyüzüne uzanan umutlar kadar soğuk ve uzak bir Eylül sabahı.
Odamın ve yüreğimin pencerelerini sonuna kadar açmış; şehri böylesine sessiz, böylesine yalnız bulmanın tadını çıkarıyorum. Uzaklardan kulağıma gelen birkaç simitçi sesi de olmasa bu koca binalar arasında bir başıma kaldığımı düşüneceğim. Neyse ki güneş, ışıklarıyla günü başlattığı gibi içimi de ısıtıyor ve beni bu taş duvarların soğukluğundan kurtarıyor.
Her ne kadar gündüzleri, bana hayata mahkûm olduğumu hatırlattığını bahane edip ruhsuzlukla suçlayarak mutluluk ümitlerimi geceye bağlasam da, bugün onun karanlık gecelerden çok daha vefalı olduğunu anladım. Çünkü hiç olmazsa gündüzleri başımı sonsuz maviliğe çevirdiğimde, göremeyeceğim endişesiyle bakmaktan çekindiğim kayıp yıldızlar yok gökyüzünde. Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü.
İçimin mevsimiyle şehrin mevsimi tam bir uyum içinde bugün. Sanki bir türlü
geçmek bilmeyen zamanlarda, zamansız yaşıyorum. İçimde sadece Eylül.
Eylül, rüzgâra kendini kaptırıvermiş sararan yaprakların hüznü.
Eylül, yüreğimin susuz köşelerinde solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin yağmura olan
hasreti.
Eylül, gözyaşlarına aşina bir mevsimin belki de dökülmemiş tek bir damlası. Şimdi yüreğim bir hazan mevsimini yaşamak için, birinci sınıfa henüz başlayan bir çocuk kadar heyecanlı ve hazır. İçimde boşalmayı bekleyen gözyaşlarını, yüzümde hüznün kenarlarını çevrelediği sınırlı bir tebessüm.
Yorgun sonbahar gecelerinde yine mutluluğuma denk tutacağım birkaç yağmur damlası var hayalimde. Bir tek hüzne gerek duymuyorum. Çünkü biliyorum ki hüznün adı, benim.

Annemin kahvaltıya çağıran şefkat dolu sesiyle sıyrılıyorum düşüncelerimin arasından ve şunu çaresiz yüreğimde bir kez daha hissediyorum ki, 'Hayat Eylül düşleriyle değil gerçeklerin katı prensipleriyle işler.'"

Evet, "Hüznün adı benim!" diyen öğrencimi anlamaya çalışıyorum. Genç
yaşında, hayatının bu on altıncı Eylül'ünde, kendisini böylesine duygulandıran
neydi acaba?

Ertesi gün yanıma çağırdım kendisini. Aynı üsluba sahip olduğumuzu, aynı duyarlılıkla kalbe yaslanan metinler yazdığımızı söyledim. Belli ki, söylediklerim hoşuna gidiyordu. Fakat, "Estağfirullah" deyişinde, ayrı bir tevazu vardı ama niye öyle bir konuda yazdığını, niçin hüzün dolu bir Eylül'ü anlattığını soramadım kendisine. Böyle bir soruyu sormaktan çekindim. Daha kendisini tanımam için ileride elime çok fırsatlar geçeceğini düşündüm. Belki de bu konuda ona soru sormama hiç gerek kalmayacaktı.

Ayrılmak için izin isterken gözlerindeki parıltıyı görmüştüm. Onu ilk defa böylesine mutlu görmek beni de mutlu etmişti.

İlerleyen günlerde, onun bana olan saygısının daha da arttığını hissediyordum. İlk sınavlarda elde ettiği başarılarla seviniyordum. Diğer öğretmen arkadaşlara da onun durumunu soruyordum. Çalışkanlığıyla ve saygısıyla diğer öğretmenlerin de dikkatini çektiğini öğrenmiştim. Bütün öğretmenler, onu takdir ediyorlardı.

Hem edebiyat öğretmeni hem de sınıf öğretmeniydim. Bir gün annesi benimle tanışmak için okula geldi. Çocuğunun geç saatlere kadar ders çalıştığından dert yandı. Annesini, haliyle çocuğunun sağlığı daha çok düşündürüyordu ama ben çok önemsemedim. Ne kadar çalışması lazım geldiğini bilen bir öğrenciydi çünkü o. Çok da fazla müdahale etme gereği duymadım. Bilakis, derse olan ilgisinden dolayı, içten içe seviniyordum.
Annesine; öğrencimin durumunun gayet iyi olduğunu, önemli bir problem olmadıkça müdahale edilmemesi gerektiğini söyledim. Çocuğuna ait güzellikleri anlattıkça annesi, karşılık vermektense zapt edilmiş bir tebessümle gülümsüyordu. Yine bir gün elinde bir yazı, öğretmenler odasına doğru yürürken yanıma geldi. "Hocam, babamla ilgili yazdığım bir yazı var da..."

Kelimeler dudaklarından hüzünle dökülüyordu. "Henüz anneme okutmadım, ilk size getirdim."

Elindeki kâğıdı bana verip hemen uzaklaştı.

Acaba babasıyla ilgili ne yazmıştı ama yazıyı teneffüste okumak istemedim. Öğleden sonra altıncı saatim boştu.

"Anlatsana Baba
Hani gün batarken yolunu kaybetmiş, uçmayı yeni öğrenen kuğular olur ya gökyüzünde, şu anda benim yüreğim de tıpkı onlar gibi endişeli ve ürkek. Küçücük beyinleriyle, her gün gezdikleri yerlerin haritalarını çizerler, tıpkı benim servis yolunu ezberlediğim gibi. Kuşları kendime ne kadar da çok benzetiyorum. Söylesene baba, kuşların da hayalleri var mıdır o minicik kafalarında kurduğu? Ertesi gün nerelerde uçacaklarının hülyasına kapılırlar mı hiç? Kuşlar ses vermiyor mu baba, onlar da suskun ve hüzünlü mü benim gibi? Onlar da sana hasret mi baba?
Bak, ben de cevap alamıyorum işte! Hem benimki, kuşların sessizliği kadar kısa değil baba. Yıllardır hasretim sana ve her şafakla birlikte gelip balkonumuza konan serçelere.
Anlatsana baba, hiç 'Yine sensizim, yine yalnızım, yine mutsuzum!' cümlelerini kurdun mu okul koridorlarında yürürken? Sen hiç ağladın mı baba pencereden, çocuğunun elinden tutmuş parka götüren bir babaya bakarken? Hiç canın acıdı mı baba, sabah tıraşını olmamış bir yüz yanağına değerken?
Boş ver baba, kuşlar da gidiyor zaten bu hazan mevsiminin akşamında. Onlar da terk ediyor beni ve yüreğimin baba sevgisiyle boş kalan parçasına ılık ılık bir rüzgâr esiyor şimdi.
Çocukluğumdan bu yana sebebini bilmediğim halde hep ağlamak isterim.
Yoksa gün batımında esen rüzgârlar da, mazinin bütün acılarını sürükleyerek mi
esiyor? Söylesene baba, ölümünü mü hatırlatıyor bu sonbahar akşamı, yoksa
kuşlarımızı mı? Dualarda buluşalım desem gelip beni bulur musun sözcüklerimde?
Yoksa sen de saati unutup sevindirir misin zamanı bana karşı?
Aldırma baba! Bırak cevapsız kalsın sorularımın hepsi. Dinmesin yüreğimin
gözyaşları. Çocukluğum hep senin sevginin yokluğuyla geçsin. Üzülmem!
Çocukluğum da bütün oyuncaklarım da unutulup gidiyor çünkü.
Yalnız bir tek şey istiyorum senden baba. Şayet bir gün ölür de Rabbim bizi
cennetinden mahrum etmezse, ebedi hayatta sadece beni seveceksin "Nazlı
yavrum!" diye. Ben de sana söz veriyorum işte baba, ebedi hayattaki biricik
sevdam sen olacaksın. Ne sonbahar akşamında gelip balkonumuza konan kuşlar ne
de bir başkası.

Yazı bitti; ama gözyaşlarını dinmedi. Buğulu gözlerle bir kere daha okudum yazıyı. Yetmedi, bir üçüncü defa daha ve yine gözyaşlarıyla.
Yetim bir yüreğin hüznünü okudum yazılanlarda ve ebede kadar verilmiş bir sözün samimiyetine şahit oldum, hıçkırıklarla yazıldığına inandığım satırlarda.

Özlemiyle yaşadığı cennette, kavuşmayı arzuladığı babasına söz veren öğrencim, babasızlığın hüznüyle benim de yüreğimi yaraladı.
Onun, taze bir bahar edasına bürünen çehresine, böylesine bir hüznü yakıştıramıyorum. Hani bahar mevsiminde badem ağaçları çiçek açar da, bir kar soğuğu soldurur ya o bembeyaz çiçekleri. Yer yer öğrencimin tebessümlerine akseden hüzün de öyleydi. Solgun bir badem çiçeğiydi sanki yüzündeki tebessümler.

"Yetimi gözet!" diyordu Yüce Kitabımız ve şimdi karşımda gözetilecek, incitilmeyecek bir yetim duruyordu. Mesuliyetim ağırdı, farkındaydım.
Sen, hayatı daha tam tanımadan yetimliği yüreğinde hisseden çocuk! Dilerim, geleceğin bağrında, gözetilmenin verdiği huzuru duyarsın doya doya. Gelen her bir baharla birlikte gönül dağlarında menekşeler açılır teselli dolu.

Fani ayrılıkların ne önemi var! Yüreğine, ebedi ve ezeli bir aşkı işledikten sonra nakış nakış, En Sevgili dosttur sana.
Yüreğimin bir parçası, senin derdine ortak olmakla şeref duyacak.

Rabbimden dileğim; tıpkı babana verdiğin söze sadık kaldığın gibi, gözlerini başka sevdalara kapayışın gibi, onurlu direnişlerle ve imanın olgunlaştırdığı sabrınla, ruhlar âleminde "En Sevgili"ye verdiğin sözü de unutmamandır.

Günübirlik kaygılar değil, ebediyete uzanan duygular, seni cennetin yamaçlarında gezdirecektir.

Yolun açık olsun yüreğinde taze ümitler büyüten güzel çocuk, yolun açık olsun. Seni gözeten gözler, bir güneş gibi hiç eksik olmasın gönül semalarından.
-----------alıntı sonu--------------


Osman Alagöz'ün Bahar Yağmurumdun adlı romanından alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=L8DZAgAAQBAJ



0 yorum:

Yorum Gönder

Eklemek istediğiniz bir husus varsa yazabilirsiniz