6 Ocak 2017 Cuma

Kompozisyon Ödevi (Gorki)

"Su ve Suyun Doğadaki ve İnsan Yaşamındaki Önemi"

Bütün insanların vicdanında bir leke vardır. Benim de bir tane var.

Ama insanların çoğu, ruhlarının yüzündeki bu süsleri hiç umursamazlar; bunları aynen kolalı gömlekleri kadar kolay taşırlar üstlerinde. Benim kolalı gömleğim yok, herhalde bu nedenle olacak, vicdanımdaki leke yüzünden son derece rahatsızım. Kısacası, bunu itiraf etmek istiyorum.
itirafımın nedeni, artık hayatta uğraşacak daha hoş bir eğlence bulamayışım ya da insanların dikkatini başka türlü üzerime çekemeyeceğimi hissetmem değil; ayrıca içten davranmamın nedeni de erdemlerim hakkında bir şeyler anlatma isteğine sahip olmam değil, yo hayır! Bu olayda beni harekete geçiren, insanları herkesin önünde itirafa zorlayan alışılmış nedenlerden hiçbiri değil. Ben, zamanının geldiğini hissettiğim için itiraf ediyorum. İşte kalemi elime alıyorum ve çoktandır yüreğimi ezen bu kara lekeyi, fırçayla temizler gibi, içtenliğimle ruhumdan süpürüp atmak istiyorum.

Bütün bunlar, sokakta gezdiğim ve tanıdık bir ortaokul öğrencisi kıza rastladığım keyifli bir mayıs günü başladı. Kızın adı Lizoçka'ydı; çok neşeli kahverengi gözleri vardı, ama bu gözler şimdi kederliydi; zarif ve canlı pembe yüzü karşılaştığımız anda solgun ve donuktu; yürüyüşü, kuş uçuşu gibi hafifken şimdi adımlarını zor atıyordu.

"Lizoçka, merhaba! Bebeklerin nasıl?"

Bu kızın kaçıncı sınıfta okuduğunu söylemeyi unuttum. Dördüncü sınıfta okuyor. Onunla bebek oynamayı çok severdim, insanlarla haşir neşir olduktan sonra yepyeni bir güç verir.

"Merhaba," dedi Lizoçka ve sesinde gözyaşları hissettim.

"Ne oldu sana, küçük hanım?" diye sordum kaygıyla, itiraf edeyim, onu seviyordum, o da on iki yaşın bütün gücü ve ihtirasıyla sevgime karşılık veriyordu. Ben o sırada olsa olsa elli üç yaşındaydım.

Gözyaşları arasında:

"Yine... kompozisyon ödevi verdiler..." dedi.

"Kompozisyon mu? Vay canına! Daha yazmadan ağladığınıza göre acıklı bir konu galiba?"

Gülümsedi.

"Tabii, size göre hava hoş, sizi kompozisyon yazmaya zorlamıyorlar!"

"Ne yazık ki, zorluyorlar, Lizoçka. Yalnız, sizi öğretmenler, beni ise koşullar zorluyor. Hangisinin daha kötü olduğunu söylemeyelim. Ama siz üzülmeyin, ben sizin için bir kompozisyon yazarım. Konu nedir?"

" 'Su ve Suyun Doğadaki ve insan Yaşamındaki Önemi!' Sahiden yazar mısınız, aziz dostum? Hem de beş numaralık?"

"Artısı da olması için çalışacağım!"

"Sonra da bebek oynamaya gelir misiniz?"

"Kompozisyondan sonra mı? Mutlaka gelirim."

"Hoşça kaim! Ne kadar iyisiniz!"

Ve gitti...

Kompozisyon yazmak bildiğim bir iş olduğu için bu işi yapmayı böyle çabucak önerivermiştim. Bir keresinde bir edebiyat öğretmeni, "Skalozub ve Molçalin'in Kişiliklerindeki Olumlu Özellikler" konusunda beşinci sınıftan bir kız için yazdığım bir kompozisyona iki numara vermişti. Başka bir sefer de "Ana Babalara Saygı Göstermenin Yararları ve Zararları" ya da buna benzer bir konuda altıncı sınıfta okuyan bir çocuk için yazdığım kompozisyondan eksisiyle birlikte bir numara almıştım.

Yani ne yapmam gerektiğini biliyordum. Ama yine de kara kara düşünmeye başlamıştım. Sevgili küçük kızımın tam not almasını çok istiyordum. En az beş numara almak için nasıl bir kompozisyon yazmalıydım?

Biraz düşündükten sonra kararımı verdim: Yazmaya başlamadan önce, iki buçuk arşınlık uzun boylu bir oğlan değil, on iki yaşında, pembe yanaklı küçücük bir kız olduğumu düşünmem gerekiyordu. Öğretmen konuyu verirken çocuğun bu konudaki bilgilerini, psikolojisini, üslubunu ve nihayet kompozisyon konusuna düşünsel bakışım, bu konuya karşı tavrını göz önüne alıyordur mutlaka. Oyle olduğundan hiç kuşku yok. Demek ki, ben de elimden geldiğince bir çocuğu taklit etmek zorundaydım. Harika!

Eve giderek divana uzandım, bir sigara içtim ve hiç istemediğim halde uyuyup kaldım, istemediği halde bana misafirliğe gelen bir arkadaşım beni uyandırdı. Bana uğramak gibi bir niyeti olmadan evden çıkmış ve birden bana gelivermiş! Biz onunla oturup dostluk bağlarının ne kadar esnek olduğundan konuşmaya başladık: Arkadaşının evinin sağ tarafından geçip giderken birden ona uğruyor, uyumasına engel oluyorsun. Daha sonra şaraptan ve şarap içen insanlardan söz ettik. Şu konuyu açıklığa kavuşturduk: Cebinde para ya da şarap dükkânında kredisi olan insanlar şarap satın alabilirler, ne parası ne de kredisi olmayanlar ise bunu yapamazlar. Arkadaşım gittiğinde su konusunu yazmak için artık vakit geç olmuştu...

Kompozisyon ödevi cumartesiyeydi, daha iki günüm vardı. Fakat ertesi gün suya engel olan artık arkadaşım değil, bana karşı davranışlarında gerçek bir düşman olan şaraptı. Son gün gelip çattı. Su ve suyun doğadaki ve insan yaşamındaki önemi konusunda yazmaya oturdum. Başım çok ağrıyordu, ama yine de yazdım. Sonra okudum, hiçbir şey anlamadım ve bir çocuğu çok başarılı bir biçimde taklit ettiğime, bu ödevle öğretmeni tamamen tatmin edeceğime karar verip kompozisyonu benim küçük öğrenci kıza götürüp verdim.

Beni sevinçle karşıladı.

"Hazır demek! Ah, ne kadar iyi! Beş numaralık değil mi? Tabii beş numaralık olacak, siz zaten yazarsınız... Gelin bebek oynayalım!"
Gittik ve oynadık, sonra ben eve döndüm, gece gönül rahatlığıyla uyudum...

Pazar günü ona gittim. Beni anneciği karşıladı. Güzel bir çan kulesi kadar iriyarıydı, gözleri iki tabanca namlusu gibi bana bakıyordu.

"Ah, siz misiniz, beyefendi hazretleri? Siz ha?"

"Ben olduğumdan hemen hemen eminim, hanımefendi."

"Şaka etmeyin, efendim!"

"?!?"

"Siz yazarsınız ha!, Ya-zar! İşitiyor musunuz?"

"İşittiğimi sanıyorum... Ama ne demek istediğinizi anladığımdan emin değilim..."

"Kızımın başına neler getirdiniz?" "İzin verin de hatırlamaya çalışayım..." "Gelin de haline bakın!.."

Gittim ve baktım. Lizoçka yatakta yatıyordu. Avaz avaz ağlıyordu zavallıcık.

"Lizoçka," dedim.

"Ah!.. Anneciğim, anneciğim, kapıcı Matvey'e söyleyin, bu adamı bıçakla mı... baltayla mı... neyle olursa olsun kessin... Öldürün onu!" diye bağırmaya başladı Lizoçka.

Bu çok şaşırtıcıydı.

"Anlatır mısınız..."

"Kızımı bütün okulun alay konusu yapan ve ona sıfır aldıran şu iğrenç kompozisyonunuzu alın!.. Alın da..."

Çıktım. Kompozisyonu özenle alıp cebime sakladım ve yürüdüm. Sanki cebimde bütün sırlarıyla birlikte koskoca Atlas Okyanusu'nu taşıyordum. Eve giderek kompozisyonu okudum... Buyurun siz de okuyun:

"Su ve Suyun Doğadaki ve İnsan Yaşamındaki Önemi

Su, ıslak bir sıvıdır. Yeryüzünde suyun ortaya çıkışı tarih öncesi zamanlara kadar gider. Önceleri yeryüzünde su çok fazla değildi, ama daha sonra Tanrı'nın buyruğuyla dünya çapında büyük bir su baskını olunca yeryüzünde topraktan daha fazla su oldu, o zamandan beri de hiçbir yere akmadan bataklıklarda, göllerde ve denizlerde öylece duruyor. Su yalnızca alçak yerlerde birikir, yüksek yerlerde ise duramaz, çünkü su bir sıvıdır. Suyu bir dağın tepesinden dökersek hemen aşağı doğru akar, bu nedenle dağların etekleri her zaman denizlerle, göllerle ve bataklıklarla çevrilidir. Bir portakalın üstüne su dökecek olursak su, portakalın üstünde de duramaz. Ama dünya da portakal gibi yuvarlak olduğu halde su dünyanın üstünde durur... Bütün nehirler de yukarıdan aşağı doğru akar, çünkü nehirler, yüksek yerlerden doğar ve su da akıcıdır. Suyu yere, döşemeye dökersek o zaman da neresi alçaksa oraya doğru akar, ama bunun tersi olmaz. Suyu yağdan ayırt etmek çok basittir, çünkü su yazın donmaz, yağ ise eğer mahzene koymuşsak yaz da olsa donar. Bitkisel yağ suya daha çok benzer. Bataklıklardaki su kirli, denizlerdeki su tuzludur ve bu yüzden içilmez, sadece nehirlerdeki su içilir, ama yalnız musluk suyunun olmadığı yerlerde. Su içmek zararlıdır, çünkü insan üşütebilir, çay, kahve ve kvas içmek daha yararlıdır... Su, aynı zamanda ulaşım yolu olarak da kullanılır ve suyu çok olan devletler çok gelişmiş ticaretleriyle dikkat çekerler. Eskilerden Finike ve Yunanlılar, zamanımızdan da İngiltere bu devletlerdendir. Balıklar suda yaşamayı severler. Suyun üstünde filo denilen özel gemilerle mal taşımak çok rahattır, ama suyun üstünde yürümek olanaksızdır, çünkü su sıvıdır ve ayakların altında açılır, insan boğulur. Doğada su, yazın yağmur olarak bulunur, yağmur yüzünden yerler çamur olur. Yağmur yağdığı zaman ilk önce evlerin çatılarına düşer, oradan da derecikler halinde toprağa akar. Yağmur yağarken büyükler sokağa ayaklarında lastik, tepelerinde şemsiyeyle çıkarlar, çocuklarsa evde otururlar ve canları çok sıkılır. Kışın yağmur donar ve kar Şeklinde toprağa düşer, bu yüzden de hava soğuk olur. İnsan yaşamında su, çeşitli ihtiyaçlar için gereklidir: Onunla çay yapılır, çorba pişirilir, yıkanılır, sabunla yıkanırken sabun insanın gözüne kaçar ve çok acıtır. Suyla sabundan çok güzel balon olur. Balon yapmak için suyun içine birazcık sabun atılır, bir saman çöpü alınır ve çöp bu sıvıya batırılarak dikkatle üflenir. Saman çöpünün ucunda büyük, güzel, rengârenk bir balon şişer ve çöpten ayrılarak patlayana dek havada uçar. Suyla çamaşır yıkanır, odaların yerleri silinir ve terliyken su içilirse insan üşütebilir. Bir de suda yüzülür, ama bazıları boğulur. Böylece suyun doğadaki ve insan yaşamındaki öneminin çok fazla olduğunu açıkça görmüş oluyoruz.

Yelizaveta Pionova"

İşte benim kompozisyonum. İtiraf edeyim ki, onu okuduktan sonra kendimi beğendim, çünkü bu kompozisyon tümüyle bir dördüncü sınıf öğrencisinin üslubuyla ve çocuk psikolojisini bilmeden yazılmıştı. On iki yaşındaki bir kız çocuğu için sabun köpüklerinin Finikelilerin yaptığı ticaretten daha ilginç olacağını biliyordum ve bu yüzden suyu bir kültür faktörü olarak ele aldığımdan daha çok sabun köpükleri üzerinde durmuştum. Çok daha parlak bir şekilde kanıtlayabileceğim halde, suya karşı şarabın üstünlüklerini kanıtlamaya kalkışmıyordum. Kompozisyonumda devletlerin gelirlerini artırma yöntemleri bakımından suyun da dolaylı vergilerle vergilendirilmesi gerektiğini ileri sürmüyordum. Ne demeye bunu ileri sürmüyordum sanki? İnsanlar çok gelişmiş yurtseverlik duygusuyla daha neleri ileri sürüp duruyorlar! Ben dördüncü sınıf öğrencisi bir kızın bilemeyeceği hiçbir şeyden söz etmiyordum ve onun bilebileceği her şeyi yazmışım gibi geliyordu bana. Bu pek saygıdeğer öğretmene, bilmem ki, ne yazmak gerekiyordu?

On iki yaşındaki bir kız öğrenci için bir de kendisi böyle bir kompozisyon yazmayı denesin bakalım, nasıl yapıyormuş görelim!..
Bu adam benim kızıma nasıl sıfır verebilirdi?.....

-----------alıntının sonu-----------


Maksim Gorki tarafından yazılan ve M. Özgül - A. Hacıhasanoğlu tarafından tercüme edilen Makar Çudra'dan alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=sUnYBgAAQBAJ

Kompozisyon Dersi (Roman)

Öğrencilerimi daha iyi tanıyabilmek için ilk kompozisyon dersinin gelmesini dört gözle beklerdim. Bu ilk derste, onların edebi yönlerini keşfedebilmek için kompozisyon yazdırırdım. Acaba içlerinde gelecek vaat edenler, yönlendirildiğinde sağlam kurgularla edebi yazılar yazabilecek olanlar var mı diye merak ederdim.

Bu yıl da öyle oldu. Öğrenciler yeni bir eğitim öğretim yılına başladıkları için heyecanlıydılar ve en kolay yazılacak konu da, insanın o an hissettikleri olduğu için, ben de "Yeni eğitim öğretim yılına başlamanın heyecanı"yla ilgili bir kompozisyon yazdırdım.
Öğrencilerimin yazdığı bu ilk kompozisyonları daha bir dikkatle okumalıydım.

Kimsenin rahatsız edemeyeceği bir ortamda okumaya çalıştım yazılanları. Yer yer ümitlerimi artıran yazılar çıkıyordu karşıma ama onun yazdığı kompozisyon daha bir başkaydı. İdealist yanlarımla ümitlerimin heyecan dalgasına tutuldum. Böylesine kabiliyetli ve hissî bir öğrencimi keşfetmenin ve onu kazanabilmenin hazzı kapladı bütün benliğimi. Tavırlarıyla dikkatimi çeken bu öğrencim, yazdıklarıyla da benim ilgi odağım olacağa benziyordu.

Ondan ümitliydim.

Bir öğrencinin seçtiği kelimeler ve bunları özenle cümlelere yerleştirmesi bana bir fikir verebiliyordu. Bu özelliğin onda fazlasıyla olduğunu fark ettim.

Bir gün, elinde ikiye katlanmış bir teksir kağıdıyla yanıma geldi. Utangaç çehresiyle yüzüme bakarak: "Hocam, bir yazı yazdım; acaba değerlendirebilir misiniz?" dedi. Böyle bir istek, benim için cana minnetti!

Yazıyı almak için elimi uzattım. Kâğıdı bana uzatırken, elinin hafif titrediğini fark edebiliyordum. Temize çekilmemiş bir yazıydı. Bazı yerlerin üstü çizilmiş, bazı kelimeler karalanmış ve bazı cümlelere eklemeler yapılmıştı. Büyük bir memnuniyetle: "Okuyup değerlendiririm." dedim.
Geceydi. Sırlar örtülüydü gecenin sürmeli örtüsüyle. Uykunun kollarındaydı şehir. Yüreğinde maziden arta kalan hüzünleri besteleyenler uyanıktı sadece.

Bazen, yüreğine yasak koyanlara imrenir, terk ederdim uykuyu. Yine böyle bir geceydi. Elimde öğrencimin yazısı. Zaman en tatlı yorumlarla yeni anlamlar kazanmaya hazır. Harflerin yan yana dizilişinde, taze bir yüreğin ürkek heyecanlarını okuyorum. Satır aralarına, bir kuş kalbi kadar ürkek ve kırılgan bir yüreğin, yazı diye serpiştirildiğini görüyorum.

İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyorum. Duygularım hüzne yakın duruyor.

Kendisini biraz anlar gibi oluyorum. Ön sırada oturan, dersleri dikkatle dinleyen ve ders dışı hiç konuşmayan öğrencimi düşünüyorum yazılanlarda. Yazdıkları ele veriyor kendisini.

"Eylül'ü Düşlerken
Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü...
Annemin söylediği ninniler kadar içten ama gökyüzüne uzanan umutlar kadar soğuk ve uzak bir Eylül sabahı.
Odamın ve yüreğimin pencerelerini sonuna kadar açmış; şehri böylesine sessiz, böylesine yalnız bulmanın tadını çıkarıyorum. Uzaklardan kulağıma gelen birkaç simitçi sesi de olmasa bu koca binalar arasında bir başıma kaldığımı düşüneceğim. Neyse ki güneş, ışıklarıyla günü başlattığı gibi içimi de ısıtıyor ve beni bu taş duvarların soğukluğundan kurtarıyor.
Her ne kadar gündüzleri, bana hayata mahkûm olduğumu hatırlattığını bahane edip ruhsuzlukla suçlayarak mutluluk ümitlerimi geceye bağlasam da, bugün onun karanlık gecelerden çok daha vefalı olduğunu anladım. Çünkü hiç olmazsa gündüzleri başımı sonsuz maviliğe çevirdiğimde, göremeyeceğim endişesiyle bakmaktan çekindiğim kayıp yıldızlar yok gökyüzünde. Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü.
İçimin mevsimiyle şehrin mevsimi tam bir uyum içinde bugün. Sanki bir türlü
geçmek bilmeyen zamanlarda, zamansız yaşıyorum. İçimde sadece Eylül.
Eylül, rüzgâra kendini kaptırıvermiş sararan yaprakların hüznü.
Eylül, yüreğimin susuz köşelerinde solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin yağmura olan
hasreti.
Eylül, gözyaşlarına aşina bir mevsimin belki de dökülmemiş tek bir damlası. Şimdi yüreğim bir hazan mevsimini yaşamak için, birinci sınıfa henüz başlayan bir çocuk kadar heyecanlı ve hazır. İçimde boşalmayı bekleyen gözyaşlarını, yüzümde hüznün kenarlarını çevrelediği sınırlı bir tebessüm.
Yorgun sonbahar gecelerinde yine mutluluğuma denk tutacağım birkaç yağmur damlası var hayalimde. Bir tek hüzne gerek duymuyorum. Çünkü biliyorum ki hüznün adı, benim.

Annemin kahvaltıya çağıran şefkat dolu sesiyle sıyrılıyorum düşüncelerimin arasından ve şunu çaresiz yüreğimde bir kez daha hissediyorum ki, 'Hayat Eylül düşleriyle değil gerçeklerin katı prensipleriyle işler.'"

Evet, "Hüznün adı benim!" diyen öğrencimi anlamaya çalışıyorum. Genç
yaşında, hayatının bu on altıncı Eylül'ünde, kendisini böylesine duygulandıran
neydi acaba?

Ertesi gün yanıma çağırdım kendisini. Aynı üsluba sahip olduğumuzu, aynı duyarlılıkla kalbe yaslanan metinler yazdığımızı söyledim. Belli ki, söylediklerim hoşuna gidiyordu. Fakat, "Estağfirullah" deyişinde, ayrı bir tevazu vardı ama niye öyle bir konuda yazdığını, niçin hüzün dolu bir Eylül'ü anlattığını soramadım kendisine. Böyle bir soruyu sormaktan çekindim. Daha kendisini tanımam için ileride elime çok fırsatlar geçeceğini düşündüm. Belki de bu konuda ona soru sormama hiç gerek kalmayacaktı.

Ayrılmak için izin isterken gözlerindeki parıltıyı görmüştüm. Onu ilk defa böylesine mutlu görmek beni de mutlu etmişti.

İlerleyen günlerde, onun bana olan saygısının daha da arttığını hissediyordum. İlk sınavlarda elde ettiği başarılarla seviniyordum. Diğer öğretmen arkadaşlara da onun durumunu soruyordum. Çalışkanlığıyla ve saygısıyla diğer öğretmenlerin de dikkatini çektiğini öğrenmiştim. Bütün öğretmenler, onu takdir ediyorlardı.

Hem edebiyat öğretmeni hem de sınıf öğretmeniydim. Bir gün annesi benimle tanışmak için okula geldi. Çocuğunun geç saatlere kadar ders çalıştığından dert yandı. Annesini, haliyle çocuğunun sağlığı daha çok düşündürüyordu ama ben çok önemsemedim. Ne kadar çalışması lazım geldiğini bilen bir öğrenciydi çünkü o. Çok da fazla müdahale etme gereği duymadım. Bilakis, derse olan ilgisinden dolayı, içten içe seviniyordum.
Annesine; öğrencimin durumunun gayet iyi olduğunu, önemli bir problem olmadıkça müdahale edilmemesi gerektiğini söyledim. Çocuğuna ait güzellikleri anlattıkça annesi, karşılık vermektense zapt edilmiş bir tebessümle gülümsüyordu. Yine bir gün elinde bir yazı, öğretmenler odasına doğru yürürken yanıma geldi. "Hocam, babamla ilgili yazdığım bir yazı var da..."

Kelimeler dudaklarından hüzünle dökülüyordu. "Henüz anneme okutmadım, ilk size getirdim."

Elindeki kâğıdı bana verip hemen uzaklaştı.

Acaba babasıyla ilgili ne yazmıştı ama yazıyı teneffüste okumak istemedim. Öğleden sonra altıncı saatim boştu.

"Anlatsana Baba
Hani gün batarken yolunu kaybetmiş, uçmayı yeni öğrenen kuğular olur ya gökyüzünde, şu anda benim yüreğim de tıpkı onlar gibi endişeli ve ürkek. Küçücük beyinleriyle, her gün gezdikleri yerlerin haritalarını çizerler, tıpkı benim servis yolunu ezberlediğim gibi. Kuşları kendime ne kadar da çok benzetiyorum. Söylesene baba, kuşların da hayalleri var mıdır o minicik kafalarında kurduğu? Ertesi gün nerelerde uçacaklarının hülyasına kapılırlar mı hiç? Kuşlar ses vermiyor mu baba, onlar da suskun ve hüzünlü mü benim gibi? Onlar da sana hasret mi baba?
Bak, ben de cevap alamıyorum işte! Hem benimki, kuşların sessizliği kadar kısa değil baba. Yıllardır hasretim sana ve her şafakla birlikte gelip balkonumuza konan serçelere.
Anlatsana baba, hiç 'Yine sensizim, yine yalnızım, yine mutsuzum!' cümlelerini kurdun mu okul koridorlarında yürürken? Sen hiç ağladın mı baba pencereden, çocuğunun elinden tutmuş parka götüren bir babaya bakarken? Hiç canın acıdı mı baba, sabah tıraşını olmamış bir yüz yanağına değerken?
Boş ver baba, kuşlar da gidiyor zaten bu hazan mevsiminin akşamında. Onlar da terk ediyor beni ve yüreğimin baba sevgisiyle boş kalan parçasına ılık ılık bir rüzgâr esiyor şimdi.
Çocukluğumdan bu yana sebebini bilmediğim halde hep ağlamak isterim.
Yoksa gün batımında esen rüzgârlar da, mazinin bütün acılarını sürükleyerek mi
esiyor? Söylesene baba, ölümünü mü hatırlatıyor bu sonbahar akşamı, yoksa
kuşlarımızı mı? Dualarda buluşalım desem gelip beni bulur musun sözcüklerimde?
Yoksa sen de saati unutup sevindirir misin zamanı bana karşı?
Aldırma baba! Bırak cevapsız kalsın sorularımın hepsi. Dinmesin yüreğimin
gözyaşları. Çocukluğum hep senin sevginin yokluğuyla geçsin. Üzülmem!
Çocukluğum da bütün oyuncaklarım da unutulup gidiyor çünkü.
Yalnız bir tek şey istiyorum senden baba. Şayet bir gün ölür de Rabbim bizi
cennetinden mahrum etmezse, ebedi hayatta sadece beni seveceksin "Nazlı
yavrum!" diye. Ben de sana söz veriyorum işte baba, ebedi hayattaki biricik
sevdam sen olacaksın. Ne sonbahar akşamında gelip balkonumuza konan kuşlar ne
de bir başkası.

Yazı bitti; ama gözyaşlarını dinmedi. Buğulu gözlerle bir kere daha okudum yazıyı. Yetmedi, bir üçüncü defa daha ve yine gözyaşlarıyla.
Yetim bir yüreğin hüznünü okudum yazılanlarda ve ebede kadar verilmiş bir sözün samimiyetine şahit oldum, hıçkırıklarla yazıldığına inandığım satırlarda.

Özlemiyle yaşadığı cennette, kavuşmayı arzuladığı babasına söz veren öğrencim, babasızlığın hüznüyle benim de yüreğimi yaraladı.
Onun, taze bir bahar edasına bürünen çehresine, böylesine bir hüznü yakıştıramıyorum. Hani bahar mevsiminde badem ağaçları çiçek açar da, bir kar soğuğu soldurur ya o bembeyaz çiçekleri. Yer yer öğrencimin tebessümlerine akseden hüzün de öyleydi. Solgun bir badem çiçeğiydi sanki yüzündeki tebessümler.

"Yetimi gözet!" diyordu Yüce Kitabımız ve şimdi karşımda gözetilecek, incitilmeyecek bir yetim duruyordu. Mesuliyetim ağırdı, farkındaydım.
Sen, hayatı daha tam tanımadan yetimliği yüreğinde hisseden çocuk! Dilerim, geleceğin bağrında, gözetilmenin verdiği huzuru duyarsın doya doya. Gelen her bir baharla birlikte gönül dağlarında menekşeler açılır teselli dolu.

Fani ayrılıkların ne önemi var! Yüreğine, ebedi ve ezeli bir aşkı işledikten sonra nakış nakış, En Sevgili dosttur sana.
Yüreğimin bir parçası, senin derdine ortak olmakla şeref duyacak.

Rabbimden dileğim; tıpkı babana verdiğin söze sadık kaldığın gibi, gözlerini başka sevdalara kapayışın gibi, onurlu direnişlerle ve imanın olgunlaştırdığı sabrınla, ruhlar âleminde "En Sevgili"ye verdiğin sözü de unutmamandır.

Günübirlik kaygılar değil, ebediyete uzanan duygular, seni cennetin yamaçlarında gezdirecektir.

Yolun açık olsun yüreğinde taze ümitler büyüten güzel çocuk, yolun açık olsun. Seni gözeten gözler, bir güneş gibi hiç eksik olmasın gönül semalarından.
-----------alıntı sonu--------------


Osman Alagöz'ün Bahar Yağmurumdun adlı romanından alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=L8DZAgAAQBAJ



Kompozisyon Dersleri

'Türk Edebiyatı' Tamlaması ile 'Deniz Yatı'!..


Kılavuz izin vermiyor diye bir kolaylığı kullanamayış, öğretmenlerin dörtte bir vakitlerini, söyleyiş hatalarını düzeltmeye yatırıyor.
B.N.


— Türkçe'yi doğru okuyup yazma ve kompozisyon yeteneği kazandırmak için Türkçe-kompozisyon derslerinde üzerinde durulması gerekli noktalar nelerdir?

— Evet, Türkçe'yi doğru okuyup yazma ayrı, edebiyat ayrı. İlki bir tohumdur. Ders kitabı değerinde kompozisyon bilgilerinin öğütlediği kurallar ötesinde çimlenir, yeşerir. Dal verme, çiçek açma alanı, hayatın kendisidir. İster okul edebiyat programlarının demirbaş eskileri olsun, ister bazılarımızın okullarda resmen hâlâ okutulmayışlarına hayıflandığımız çağdaş şairler, romancılar olsun her iki grup da ne yazmaya, ne kompozisyona fazla bir şey kazandırır. Şiir, hikâye, roman, hele şiir; kompozisyon dediğimiz yalın, açık anlatımı karartır, bulandırır. Çünkü edebiyat çapraşıktır, sanatlıdır; kompozisyon ise yalın, doğru ve düz yol.

Okuma-yazma gazeteden başlar. Gazete haber ve fıkralarından başlar, sonu makaleye çıkar. Doğru-düzgün Türkçe öğrenmesi için, öğrenciyi gazeteye alıştırmalı. Herhangi bir gazeteye, evine hangi gazete giriyorsa. Özel gazeteler almaya herkesin parası yoktur. Kompozisyon dersleri, kısa bir gazete haberi üzerinde uygulamalarla yürütülür. Haber genişletilir, cümleler "fikir" ekseninde yeni yeni kalıplara dökülür, özü koruyarak değişik biçimlerde yeni cümleler yapılır. Örneklemelerle genişler suda halkalar. Bu işe tek gazete, bir gazetenin eski bir nüshası bile yeter. Parça parça kesilen bir gazete bile yeter. Öğrenciyi boyuna "edebi eser" okumaya zorlamak fazla şey istemektir. Önce alfabeyi öğretelim, sonra felsefe! Hem her öğrenci "edebi eser" alacak güçte midir, öteki derslerden vakti de var mıdır? Düşünmeliyiz. Sonra hikâye, roman kompozisyon kavramını dağıtır. Çocuk o dağınıklık içinde asıl gerekliyi kavrayamaz olur, şaşkına döner. Düzgün, kısa, süslemesiz anlatım (yani kompozisyon) başka, sanat başka. Edebiyat, sağlam bir kompozisyon temeli üzerinde yükselir.

"Doğru okumak!" - bir türlü çözümlenememiş bir noktadır bu. Meselâ, imlâ kılavuzlarımızda bir uzatma işareti vardır (düzeltme işareti de
deniyor, neyi düzeltme? Uzatma işareti bu!) ve dilimiz ne kadar özleşirse özleşsin, uzun sesli (şimdi "ünlü" diyorlar), uzun sesli kelimelerle de doludur. Bahanemiz var, kestanemiz var. Uzatma işareti gibi bir kolaylığımız da olduğu halde, içinde uzun sesli bulunan yüzlerce kelimeden bu işaret esirgenmiştir. İmlâ kılavuzlarında kurallar sık sık değiştiği halde bu hiç değişmedi. Yani uzun okunacak seslilere uzatma işareti konması, kural değil hâlâ. Ama niçin? "Nâmık" adını "çatık" der gibi, "Türk edebiyatı" tamlamasını, "deniz yatı" sözünü okur gibi okuyan öğrenciler, imlâ yetersizliklerinin kurbanıdırlar. Kılavuz izin vermiyor diye bir kolaylığı kullanamayış, öğretmenlerin dörtte bir vakitlerini, söyleyiş hatalarım düzeltmeye yatırıyor. Nutuklarda, beyanatlarda, spiker haberlerinde sürüp gidiyor bu söyleyiş bozuklukları. Çözüm niçin kulak alışkanlıklarına kalsın kolaylıklar varken?

— Edebiyat öğretiminde nasıl bir yöntem uygulanmalı?

— Burada eski metinleri benimsetme güçlüğü vardır. Ama bunun da çözüm yolları yok değil. Eski bir şair, eski bir yazar, o söylediklerini bugün söyleseydi, yazsaydı nasıl yazardı? Fazla yüklü, ağır sanatlarından, söyleyiş süslerinden sıyırarak, günümüz diline, zevkine aktaralım metni. Edebiyat öğretimi, dünle bugün arasında hızlı bir trafiktir. Tecrübelerim oldu: Nedim'den bir gazel, Nefî'den bir medhiye okuturken günümüzün bir şairine geçerdim. İlişkiler her zaman vardır, kurabiliriz. Nedim - Faruk Nafiz, Nefî - Dağlarca. Konu, tema ne kadar değişir? Yürüyen zaman bakış açılarından ne kadarını yok eder, buna neler ekler? Örnektir: Pir Sultan'ın her dörtlüğü "İreçberler hoşça görün öküzü" mısraıyla biten bir şiiri, bir zamanlar edebiyat ders kitaplarında vardı, okutulurdu. Bu şiirin peşinden Dağlarca'nm "Sarı Öküzüm Neren Ağrıyor?" şiirini okutur, iki şiir arasındaki kesişmeleri, değişik anlatım olanaklarım (aynı tema çevresinde) gösterirdim. Mümkündür. Şeyh Galip - Ahmet Hâşim, Yunus - Asaf Halet, Tevfik Fikret - Ziya Osman, hattâ Hüseyin Rahmi - Orhan Kemal arası gidiş gelişler. Eski-yeni bağlantıları ufku genişletir, dersi diriltir, ilgiyi artırır. Doğum-ölüm tarihleri, hayat hikâyeleri, eser listeleri ezberletmek, tembel öğretmen harcıdır. Bunlar onda birdir, onda dokuz buzların konuya eklenecek sıcaklıkta eritilmesi işidir. Bir zevk işi demek daha doğru.

— Başarı sağlama tavsiyeleriniz?

— Tek tavsiyem: Sevmek, eskide - yenide bize kazanç değerlere açık tutmak kendimizi. Yunus öyle diyordu: "Aşk gelicek (heves, şevk, istek olunca) cümle (bütün) eksikler biter."

9 Bu konuşmanın daktilo metninde herhangi bir not bulunmamaktadır.


Behçet Necatigil'in Düzyazılar 2: Konuşmalar, Konferanslar adlı eserinden alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=czukAwAAQBAJ

Kompozisyon Kabiliyeti ve Eğitimi

Kompozisyon Kabiliyeti ve Eğitim

"Yazmak, insanı, bütün bildiklerini ve düşündüklerim, insicamlı bir Şekilde aktarmaya zorlar"

İnsan taklit ederek öğrenir. Bir öğrenci temel kompozisyon kaidelerini başlangıçta bu Şekilde tahsil eder. Fakat daha sonra orijinal fikirler geliştirmek, tenkit edebilmek, yeni terkiplere ulaşmak için taklit yetersiz kalır. Fasih ve beliğ olduğu kadar tesirli ve doyurucu yazmak hiç de kolay değildir.

Evet, "açık" yazmak çok zordur. Bilhassa mevzu yeni ve muhteva kompleks ise, iyi bir kompozisyon hazırlamak çetin bir iştir. Çünkü yazmak, insanı, bütün bildiklerini ve düşündüklerini, insicamlı bir şekilde aktarmaya zorlar. Bütün bu zorluklar düşünülürse bir öğrenciden hatasız ve mükemmel bir kompozisyon yazmasını beklemek gerçeklere terstir.

Gerçekten de hatalar, insan olmanın getirdiği gayet tabiî neticelerdir. (Norman ve Shallice, 1980; Norman, 1981; Neisser, 1982; Beaugrande, 1984: 17) Bir talebenin hatasını hoşgörmeyen öğretmen, onun insan olmasını hoşgörmüyor demektir. Hata yapmak fıtrî bir gerçek olunca, kesinlikle bir kabiliyetsizlik veya zekâ geriliğine delil olmaz. Zaten önemli olan basit konularda, ezberlenen kompozisyon kaidelerine körü körüne uyarak "hatasız" (ama hiçbir orijinalliği olmayan) yazılar yazmak değil, ağır mevzularda bile selis ve tesirli eserler ortaya koymaktır. İlk plânda yanlışlıklar olsa bile neticede mevzuya hakim olup hataları azaltmanın bir zaman meselesi olduğu unutulmamalıdır. (Bereiter, 1980: 76; Elbow, 1981: 100; Keech, 1981: 59)

Talebeler öğrenme faaliyetlerinin yönlendirilmesine muhtaçtırlar. Şevklerini kıracak tahkir edici tenkitler yerine kendilerine yol göstermek yeterli olacaktır. Bu yol gösterme, sadece hatalarını göstererek yapılmaz. Sürekli olarak öğretmenin tashih ettiği hatalar öğrenciye çok Şey kazandırmaz. Bu yaklaşım, talebenin kendi başına hatalarını keşfedip bunlara çare bulmasına da mani olabilir.

Kesin kaideler, tahsili kolaylaştırmaktan ziyade aksatmaktadır, (Rose, 1981) zira öğrenci farklı hocalardan aldığı farklı "doğru-yanlış" cetveli yüzünden bocalamakta, bunlara uymak uğruna hiçbir zaman yapmadığı hataları bile yapmaktadır. (Harris, 1979; shaughnessy, 1977) Bu şekilde kararsız ve çekingen bir hale gelen öğrencinin tesirli, esnek ve orijinal yazması mümkün değildir. (O halde dilimizde, akademik format ve imla kaideleri hakkında müsamahalı bir mutabakatın, esnek bir konsensüsün oluşması için çalışmalıdır).

Bir kompozisyon kağıdı üzerindeki "kırmızı işaretler", öğrencinin yazdıklarının "ne kadar doğru" olduğunu değil, tam olarak "yanlış" olduğunu gösterir. Bu işaretlere bakıp nereye kadar hangi ifadenin dilde kabul edilebilir olduğu kestirilemez, yani talebe dil kullanımındaki esneklik ve tolerans sınırına bu metotla vâkıf olamaz. (Zoeliner, 1969: 280) Böyle bir durumda zevkli yazı yazmak işi, sıkıcı bir yük olur. Minik hatalarla zihni meşgul olan öğrenci asıl mesajları veremeyecek hale gelir.

Öte yandan fikir ve beyan hürriyetinin ve esnekliğinin bulunması gereken bir saha olan edebiyat, çoğu zaman iktibaslar, hayat hikâyeleri ve eserlerdeki kurgulardan bahsedilerek işlenir. "Kendi üslûbunu ve beyan ufkunu bulma" demek olan kompozisyon derslerinde, kuru ve gereksiz kaidelere (cümle "ve" ile başlamaz, bir paragraf en az 3, en fazla 5 cümle olur, bir cümlede 30'dan, bir paragrafta da 150'den fazla kelime bulunmaz gibi) riayetten ve sathî yapıya sıkı sıkı bağlanmaktan muhteva ve mesaj gözardı edilir.

Talebeyi bekleyen muhtemel tuzaklar bu kadar değildir. Çoğu okulda, talebenin serdettiği hükümler, hocanın zihnindeki inançlara tekabül etmezse, talebe "hatalı neticeleri" yüzünden düşük not almaya mahkumdur. (Fishman vd, 1967: 16i) Öğretmenin inançlarını öğrendikten sonra bunlara uygun şeyler yazmak da çok tesirli olmaz, zira inanılmayan bir mevzuda konuşup yazmak hatalan artırır. (Mehrabian, 1971) Her talebenin ilgi duyduğu sahada yazması başarıyı artırabilir. Gereksiz bir mevzu, manasız bir yazı doğurur. (Booth, 1975: 75) Çünkü "sıkıntı", idrak ve beyan kabiliyetinin tam olarak kullanılmasını engeller. Talebeyi motive eden konular, yazıyı akıcı hale getirirler. (Graves, 1973; Keeney, 1975) ve tecrübesiz yazarların çoğu zaman maruz kaldıkları "aşırı zihnî yükü" hafifletirler.

Talebelerin artık, eskisi kadar çalışkan olmadığı, isteseler de bu işi öğrenemeyecekleri, yazı yazmanın bir sanat olup öğretilemeyeceği gibi mübalağalara da aldanmamak gerekir. Sistemli, hoşgörülü, zengin kaynaklarla desteklenmiş, hususî ilgi ve zevklere hitap edebilen bir çalışma ortamında, kompozisyon sanatkârlarının yetiştirilmesi hiç de zor değildir.

Yazı yazma kabiliyeti kültür, teknoloji ve medeniyet açısından en çok ihtiyaç duyulan kabiliyetlerdendir. (Faigleyvd, 1981) Zira bilimlerdeki gelişmeler ancak fasih ve beliğ bir beyanla hızlanıp tesirli bir hale gelir. Bir gün yazı yazmak işi bir angarya olarak görülüp de bilgisayarlara yaptırılmaya kalkışılırsa, insan bilgisinin kemale ermesi ve eşsiz üsluplara ulaşmak konusunda büyük bir hata yapılmış olacaktır.

Yusuf Alan'ın Lisan ve İnsan adlı eserinden alıntıdır. Google kitap erişimi için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=lkO3BwAAQBAJ

Kompozisyon Yazma Öncesi Etkinlikler - Beyin Fırtınası

.....

1. Beyin Fırtınası (Brain Storm)

Bu metot, yazma öncesinde sınıfta uygulanabilecek bir grup çalışmasıdır.
Metot, öğretmen tarafından önceden belirlenmiş bir resim, müzik parçası, fotoğraf veya konu üzerinde öğrencilerin akıllarına ilk gelenleri; duygu, düşünce ve hayâllerini çok hızlı bir şekilde ortaya koymalarına dayanır. Amaç, konuyla ilgili fikirlerin akıldan geçtikleri gibi aynı hızda -imlâ, plânlama, mantık silsilesi hiç önemsenmeden ortaya çıkarılmasıdır. Bugün bu yöntem, senaryo yazmada, şirketleri daha verimli hâle getirmede ve başka birçok konuda fikir geliştirmeye yönelik olarak kullanılmaktadır. Öğretmenler de bu metotla öğrencilerin hayâl güçlerini, yaratıcılıklarını geliştirme amacını gütmektedirler.

Örnek Uygulama:

Sınıfa yaşlı bir adamla satranç oynayan küçük bir kızın fotoğrafı gösterilir ve 5-10 dakika içerisinde öğrencilerden fotoğrafla ilgili düşüncelerini, sorularını, hayâllerini yani akıllarına gelenleri söylemeleri istenir. Bunlar öğretmen tarafından tahtaya öğrenciler tarafından da kâğıtlara not edilir. Bu yöntem öğretmenin fotoğrafla ilgili spesifik bir soru sorarak öğrencileri yönlendirmesi şeklinde de uygulanabilir. Meselâ öğretmen “Niçin beş yaşlarında küçük bir kız yetmiş seksen yaşlarında bir adamla satranç oynuyor?” sorusunu sorup düşünceleri bu noktada yoğunlaştırabilir (bk.Raimes, 1984).

Görüldüğü üzere bu yöntemle öğrenciye konu verilmemiş, yazması için bir sebep verilmiştir. Ayrıca klâsik yöntemde öğrenci hiçbir bilgi kaynağına başvurmadan konuyla ilgili kendi bilgisi, hayâlleri, duyguları, kelime hazinesi ile yalnız başınadır. Oysa beyin fırtınası metoduyla öğrenci diğer arkadaşlarının fikirlerinden yararlanır, kendisinin konuyla ilgili bilgilerini ortaya koyar ve bunlarla diğer görüşler arasında bağlantı kurar. Artık boş kâğıt öğrenci için o kadar da ürkütücü değildir.

Kompozisyon genellikle bireysel bir etkinlik olmasına rağmen sınıfta böyle olmak zorunda değildir. Öğrenciler yazmadan önce ve sonra konuyla ilgili bilgilerini paylaşabilir, beyin fırtınası metoduyla aldıkları notları birbirlerine okutabilirler. Öğrenciler bu metotla, konuyla ilgili düşüncelerini, bilgilerini ortaya karışık olarak koyduktan sonra bu malzemeyi plânlamaya geçerler ve bir taslak hazırlarlar. Öğretmen, bu aşamada sınıfta dolaşarak hazırlanan taslaklar üzerinde yönlendirmeler, eleştiriler yapabilir.

2. Resim, Fotoğraf Kullanımı

.....

3. Müzik Dinletme

.....

4. Film Parçaları

.....

5. Bir Problemi Çözme Aktivitesi

.....

6. Gazete Kupürleri, İlânlar

.....

7. Kümelendirme/Sınıflandırma (Cluster)

.....


Galip Güner'in Türkçe Kompozisyon Öğretiminde Yazma Öncesinde Yapılabilecek Bazı Etkinlikler adlı çalışmasından alıntıdır. Eserin tamamına ulaşmak için tıklayınız: http://erciyes.dergipark.gov.tr/download/article-file/219289

5 Ocak 2017 Perşembe

Kompozisyon Nedir

Nedir kompozisyon? Önemi nereden gelmektedir?

Türkçemize Batı dillerinden gelmiş olan “kompozisyon” sözcüğü; birleştirme, bileşim anlamına gelir. Edebiyat, müzik, resim, tiyatro gibi sanat dallarında kullanılan ortak bir terimdir. Yazıda kompozisyon ise duygu, düşünce, görüş ve hayallerin düzenli bir biçimde, açık, canlı ve çarpıcı bir anlatımla sözlü veya yazılı olarak ortaya konmasıdır. Bu tanımda da görüldüğü gibi kompozisyonun üç temel ögesi vardır:

• Duygu, düşünce, görüş ve hayal,
• Belirli bir düzen,
• Açık, canlı ve çarpıcı bir anlatım. Bunların içinde “düzen”, ayrı bir önem taşımaktadır. Bundan dolayı kompozisyona kısaca “düzenli yazma ve konuşma sanatı” da denebilir.

Yazma, temel dil becerilerinden biridir. Düşünceyi, duyguyu, olayı yazı ile anlatmaya yazılı anlatım denir.

Anlatım becerilerinden olan yazmanın gerçekleşebilmesi için anlama sürecinin sağlıklı bir biçimde tamamlanmış ya da sürdürülüyor olması gereklidir. Okuduklarını, gördüklerini ve dinlediklerini anlamlandıramayan bir kişi; bunları sözlü ya da yazılı bir biçimde anlatamaz. Burada sözü geçen “anlamlandırma” sözcüğü ile aslında “düşünme” yetisine de işaret edilmektedir. Yazma eylemi, dil ve düşünce arasındaki kopmaz bağ ile ilişkilidir ve yazma, yukarıda da belirtildiği gibi, insanın düşüncelerini bir düzene koyabilme becerisidir. Bu da belli bir disiplini gerektirir.
Bu disiplini sağlayan da kompozisyondur.

Kompozisyonu kısaca “düzenli yazma ve konuşma” sanatı olarak tanımlamıştık. Demek ki kompozisyon sanatı, “yazma ve konuşma” olmak üzere iki yönlüdür. Bu ünitede yazılı anlatım üzerinde durulmuş ve yazılı anlatım, çeşitli yönleriyle irdelenmiştir

(Kaynak: Prof.Dr. Cahit KAVCAR, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2234 - AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1233, OKULÖNCESİ ÖĞRETMENLİĞİ LİSANS PROGRAMI - TÜRKÇE YAZILI ANLATIM'dan alıntıdır. Eserin tamamı için tıklayınız: web.deu.edu.tr/ilyas/ftp/aof_yazili_anlatim.pdf)

Örnekler

ÖRNEK KOMPOZİSYON YAZILARI

Konu: “Yazın gölge hoş, kışın çuval boş.” atasözünü açıklayan, düzenli bir yazı yazınız.

ZAMANINDA ÇALIŞMAK

Tarımla uğraşanların ürün alma zamanı, yaz mevsimidir. Tarlalar, baharda ekilmeye hazırlanır, sürülür, tohum ekilir, ilaçlanır. Yazın olgunlaşan ürünler toplanır, temizlenir, ayıklanır ve kış için depolanır. Böylece insan zamanında çalışarak sıkıntılı günleri için birikim yapmış olur, o günler gelip çattığında da sıkıntı çekmez.

Yaz günlerine benzetilen gençlik günleri, insanların kış mevsimine yani yaşlılık günlerine hazırlanma günleridir. İnsanın gençliği, yaz günleri gibi rahat, kaygısız, neşe ve umut doludur. Bu durum, insanı hayatın hep böyle geçeceği şeklinde bir düşünceye sürükler. Oysa her yazın bir de kışı, yani soğuk ve yiyeceklerin kıt olduğu mevsimi vardır. İnsanın yaşlılığı da böyledir. Gençken çok olan enerji, sağlıklı olma durumu ve umutlar, yavaş yavaş insanı terk eder. Yerini hastalık, halsizlik ve bıkkınlık alır. İnsan, karşılaştığı sorunları -en çok da parayla ilgili olanları- çözmede zorlanır. Memnun olmadığı hayatını değiştirecek, yeni baştan kuracak, düzenleyecek enerjisi ve zamanı kıttır. Bu sebeple insan enerji ve sağlık dolu gençlik günlerini, hayal kurarak geçirmek yerine, kış günleri için çalışmalı, birikim yapmalı. İşte o zaman, yaşlılık günlerinde rahat bir yaşam sürebilir.

Bu her alanda böyledir; her başarı, her rahatlık, her zenginlik; bir çalışmanın, hazırlanmanın, yetişmenin, birikimin sonucudur. Kimse çalışmadan, alın teri dökmeden bir yere gelemez, şans eseri gelse bile, geldiği yerde tutunamaz, orada kalamaz. Ancak bilgisi, çabası, birikimi ve kişiliği ile geldiği yeri hak ettiğini ispatlarsa, insanlar ona saygı gösterir, o da ulaştığı yerde rahat eder.

Öyleyse, her şeyin tozpembe göründüğü ve insanı tembelliğe, yaşamın tadını çıkarmaya davet eden yaz mevsimine kanmamalı, gençlik günlerini iyi değerlendirmeli. Yaşlılığını rahat geçirmek için bu günden kolları sıvamalıdır. Aksi halde insan, masaldaki ağustos böceğinin durumuna düşmekten kurtulamaz.
____________________________________________

Konu: "Ne ekersen onu biçersin." Sözünü açıklayan bir kompozisyon yazınız.

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını bulur. Kötüler er geç cezalarını çekerler. İyiler ise, türlü şekil ve yollarla mükâfat görürler.

İyi niyetle attığımız her adım, yaptığımız her iş, er geç yüzümüzü güldürecektir. Birçokları, karşılaştıkları zorluklardan, kötü ve sıkıntılı durumlardan yakınır dururlar. Oysa tüm kötülüklerin ve acı gerçeklerin ilk tohumu insan ruhuna atılır. Yalnız kendini düşünmenin ve bencilliğinin ihtirasına kapılan insanoğlu, dünyayı kendi arzularını fazlasıyla doyurabileceği bir ganimet alanı sanır. Vicdan, irade ve eğitim, o büyük güçlerini göstermediği sürece kötülükler kara bir bulut gibi sarar dünyamızı.

Bazen işlerimizin gönlümüzce olmadığına, çabalarımızın meyvelerini alamadığımıza üzülürüz. Bunların gerçek nedenleri üzerinde duracağımıza, koyu bir karamsarlığa kapılırız. Hayatta atılan ilk adımlar, sonuçları bakımından çok önemlidir. Bu nedenle hayatta, her türlü alanda ilk adımları atarken çok dikkatli olmalıyız. Yersiz düşüncelerle, yanlış davranışlarla çevremize, dolayısıyla da kendimize zarar vermekten kaçınmalıyız. Başkalarının bize karşı iyi niyetli olmalarını istiyorsak, önce kendimiz iyi olmalıyız.

Kısacası; Her birey kendi içindeki kötülük tohumlarını yok etmeyi başardığı takdirde, bu dünyada kötülük denen şey de ortadan kalkacaktır.

(Kaynak: Alparslan Taşçı, Kompozisyon Yazmanın Metodu adlı eserden alıntıdır. Eserin tamamı için tıklayınız: http://img.eba.gov.tr/817/08a/243/ba1/e28/644/172/921/767/ba4/7c9/dbd/35e/366/013/81708a243ba1e28644172921767ba47c9dbd35e366013.pdf?name=Kompozisyon%20Yaz%C4%B1m%C4%B1%20ve%20%C3%96rnekleri.pdf