Bütün insanların vicdanında bir leke vardır. Benim de bir tane var.
Ama insanların çoğu, ruhlarının yüzündeki bu süsleri hiç umursamazlar; bunları aynen kolalı gömlekleri kadar kolay taşırlar üstlerinde. Benim kolalı gömleğim yok, herhalde bu nedenle olacak, vicdanımdaki leke yüzünden son derece rahatsızım. Kısacası, bunu itiraf etmek istiyorum.
itirafımın nedeni, artık hayatta uğraşacak daha hoş bir eğlence bulamayışım ya da insanların dikkatini başka türlü üzerime çekemeyeceğimi hissetmem değil; ayrıca içten davranmamın nedeni de erdemlerim hakkında bir şeyler anlatma isteğine sahip olmam değil, yo hayır! Bu olayda beni harekete geçiren, insanları herkesin önünde itirafa zorlayan alışılmış nedenlerden hiçbiri değil. Ben, zamanının geldiğini hissettiğim için itiraf ediyorum. İşte kalemi elime alıyorum ve çoktandır yüreğimi ezen bu kara lekeyi, fırçayla temizler gibi, içtenliğimle ruhumdan süpürüp atmak istiyorum.
Bütün bunlar, sokakta gezdiğim ve tanıdık bir ortaokul öğrencisi kıza rastladığım keyifli bir mayıs günü başladı. Kızın adı Lizoçka'ydı; çok neşeli kahverengi gözleri vardı, ama bu gözler şimdi kederliydi; zarif ve canlı pembe yüzü karşılaştığımız anda solgun ve donuktu; yürüyüşü, kuş uçuşu gibi hafifken şimdi adımlarını zor atıyordu.
"Lizoçka, merhaba! Bebeklerin nasıl?"
Bu kızın kaçıncı sınıfta okuduğunu söylemeyi unuttum. Dördüncü sınıfta okuyor. Onunla bebek oynamayı çok severdim, insanlarla haşir neşir olduktan sonra yepyeni bir güç verir.
"Merhaba," dedi Lizoçka ve sesinde gözyaşları hissettim.
"Ne oldu sana, küçük hanım?" diye sordum kaygıyla, itiraf edeyim, onu seviyordum, o da on iki yaşın bütün gücü ve ihtirasıyla sevgime karşılık veriyordu. Ben o sırada olsa olsa elli üç yaşındaydım.
Gözyaşları arasında:
"Yine... kompozisyon ödevi verdiler..." dedi.
"Kompozisyon mu? Vay canına! Daha yazmadan ağladığınıza göre acıklı bir konu galiba?"
Gülümsedi.
"Tabii, size göre hava hoş, sizi kompozisyon yazmaya zorlamıyorlar!"
"Ne yazık ki, zorluyorlar, Lizoçka. Yalnız, sizi öğretmenler, beni ise koşullar zorluyor. Hangisinin daha kötü olduğunu söylemeyelim. Ama siz üzülmeyin, ben sizin için bir kompozisyon yazarım. Konu nedir?"
" 'Su ve Suyun Doğadaki ve insan Yaşamındaki Önemi!' Sahiden yazar mısınız, aziz dostum? Hem de beş numaralık?"
"Artısı da olması için çalışacağım!"
"Sonra da bebek oynamaya gelir misiniz?"
"Kompozisyondan sonra mı? Mutlaka gelirim."
"Hoşça kaim! Ne kadar iyisiniz!"
Ve gitti...
Kompozisyon yazmak bildiğim bir iş olduğu için bu işi yapmayı böyle çabucak önerivermiştim. Bir keresinde bir edebiyat öğretmeni, "Skalozub ve Molçalin'in Kişiliklerindeki Olumlu Özellikler" konusunda beşinci sınıftan bir kız için yazdığım bir kompozisyona iki numara vermişti. Başka bir sefer de "Ana Babalara Saygı Göstermenin Yararları ve Zararları" ya da buna benzer bir konuda altıncı sınıfta okuyan bir çocuk için yazdığım kompozisyondan eksisiyle birlikte bir numara almıştım.
Yani ne yapmam gerektiğini biliyordum. Ama yine de kara kara düşünmeye başlamıştım. Sevgili küçük kızımın tam not almasını çok istiyordum. En az beş numara almak için nasıl bir kompozisyon yazmalıydım?
Biraz düşündükten sonra kararımı verdim: Yazmaya başlamadan önce, iki buçuk arşınlık uzun boylu bir oğlan değil, on iki yaşında, pembe yanaklı küçücük bir kız olduğumu düşünmem gerekiyordu. Öğretmen konuyu verirken çocuğun bu konudaki bilgilerini, psikolojisini, üslubunu ve nihayet kompozisyon konusuna düşünsel bakışım, bu konuya karşı tavrını göz önüne alıyordur mutlaka. Oyle olduğundan hiç kuşku yok. Demek ki, ben de elimden geldiğince bir çocuğu taklit etmek zorundaydım. Harika!
Eve giderek divana uzandım, bir sigara içtim ve hiç istemediğim halde uyuyup kaldım, istemediği halde bana misafirliğe gelen bir arkadaşım beni uyandırdı. Bana uğramak gibi bir niyeti olmadan evden çıkmış ve birden bana gelivermiş! Biz onunla oturup dostluk bağlarının ne kadar esnek olduğundan konuşmaya başladık: Arkadaşının evinin sağ tarafından geçip giderken birden ona uğruyor, uyumasına engel oluyorsun. Daha sonra şaraptan ve şarap içen insanlardan söz ettik. Şu konuyu açıklığa kavuşturduk: Cebinde para ya da şarap dükkânında kredisi olan insanlar şarap satın alabilirler, ne parası ne de kredisi olmayanlar ise bunu yapamazlar. Arkadaşım gittiğinde su konusunu yazmak için artık vakit geç olmuştu...
Kompozisyon ödevi cumartesiyeydi, daha iki günüm vardı. Fakat ertesi gün suya engel olan artık arkadaşım değil, bana karşı davranışlarında gerçek bir düşman olan şaraptı. Son gün gelip çattı. Su ve suyun doğadaki ve insan yaşamındaki önemi konusunda yazmaya oturdum. Başım çok ağrıyordu, ama yine de yazdım. Sonra okudum, hiçbir şey anlamadım ve bir çocuğu çok başarılı bir biçimde taklit ettiğime, bu ödevle öğretmeni tamamen tatmin edeceğime karar verip kompozisyonu benim küçük öğrenci kıza götürüp verdim.
Beni sevinçle karşıladı.
"Hazır demek! Ah, ne kadar iyi! Beş numaralık değil mi? Tabii beş numaralık olacak, siz zaten yazarsınız... Gelin bebek oynayalım!"
Gittik ve oynadık, sonra ben eve döndüm, gece gönül rahatlığıyla uyudum...
Pazar günü ona gittim. Beni anneciği karşıladı. Güzel bir çan kulesi kadar iriyarıydı, gözleri iki tabanca namlusu gibi bana bakıyordu.
"Ah, siz misiniz, beyefendi hazretleri? Siz ha?"
"Ben olduğumdan hemen hemen eminim, hanımefendi."
"Şaka etmeyin, efendim!"
"?!?"
"Siz yazarsınız ha!, Ya-zar! İşitiyor musunuz?"
"İşittiğimi sanıyorum... Ama ne demek istediğinizi anladığımdan emin değilim..."
"Kızımın başına neler getirdiniz?" "İzin verin de hatırlamaya çalışayım..." "Gelin de haline bakın!.."
Gittim ve baktım. Lizoçka yatakta yatıyordu. Avaz avaz ağlıyordu zavallıcık.
"Lizoçka," dedim.
"Ah!.. Anneciğim, anneciğim, kapıcı Matvey'e söyleyin, bu adamı bıçakla mı... baltayla mı... neyle olursa olsun kessin... Öldürün onu!" diye bağırmaya başladı Lizoçka.
Bu çok şaşırtıcıydı.
"Anlatır mısınız..."
"Kızımı bütün okulun alay konusu yapan ve ona sıfır aldıran şu iğrenç kompozisyonunuzu alın!.. Alın da..."
Çıktım. Kompozisyonu özenle alıp cebime sakladım ve yürüdüm. Sanki cebimde bütün sırlarıyla birlikte koskoca Atlas Okyanusu'nu taşıyordum. Eve giderek kompozisyonu okudum... Buyurun siz de okuyun:
"Su ve Suyun Doğadaki ve İnsan Yaşamındaki Önemi
Su, ıslak bir sıvıdır. Yeryüzünde suyun ortaya çıkışı tarih öncesi zamanlara kadar gider. Önceleri yeryüzünde su çok fazla değildi, ama daha sonra Tanrı'nın buyruğuyla dünya çapında büyük bir su baskını olunca yeryüzünde topraktan daha fazla su oldu, o zamandan beri de hiçbir yere akmadan bataklıklarda, göllerde ve denizlerde öylece duruyor. Su yalnızca alçak yerlerde birikir, yüksek yerlerde ise duramaz, çünkü su bir sıvıdır. Suyu bir dağın tepesinden dökersek hemen aşağı doğru akar, bu nedenle dağların etekleri her zaman denizlerle, göllerle ve bataklıklarla çevrilidir. Bir portakalın üstüne su dökecek olursak su, portakalın üstünde de duramaz. Ama dünya da portakal gibi yuvarlak olduğu halde su dünyanın üstünde durur... Bütün nehirler de yukarıdan aşağı doğru akar, çünkü nehirler, yüksek yerlerden doğar ve su da akıcıdır. Suyu yere, döşemeye dökersek o zaman da neresi alçaksa oraya doğru akar, ama bunun tersi olmaz. Suyu yağdan ayırt etmek çok basittir, çünkü su yazın donmaz, yağ ise eğer mahzene koymuşsak yaz da olsa donar. Bitkisel yağ suya daha çok benzer. Bataklıklardaki su kirli, denizlerdeki su tuzludur ve bu yüzden içilmez, sadece nehirlerdeki su içilir, ama yalnız musluk suyunun olmadığı yerlerde. Su içmek zararlıdır, çünkü insan üşütebilir, çay, kahve ve kvas içmek daha yararlıdır... Su, aynı zamanda ulaşım yolu olarak da kullanılır ve suyu çok olan devletler çok gelişmiş ticaretleriyle dikkat çekerler. Eskilerden Finike ve Yunanlılar, zamanımızdan da İngiltere bu devletlerdendir. Balıklar suda yaşamayı severler. Suyun üstünde filo denilen özel gemilerle mal taşımak çok rahattır, ama suyun üstünde yürümek olanaksızdır, çünkü su sıvıdır ve ayakların altında açılır, insan boğulur. Doğada su, yazın yağmur olarak bulunur, yağmur yüzünden yerler çamur olur. Yağmur yağdığı zaman ilk önce evlerin çatılarına düşer, oradan da derecikler halinde toprağa akar. Yağmur yağarken büyükler sokağa ayaklarında lastik, tepelerinde şemsiyeyle çıkarlar, çocuklarsa evde otururlar ve canları çok sıkılır. Kışın yağmur donar ve kar Şeklinde toprağa düşer, bu yüzden de hava soğuk olur. İnsan yaşamında su, çeşitli ihtiyaçlar için gereklidir: Onunla çay yapılır, çorba pişirilir, yıkanılır, sabunla yıkanırken sabun insanın gözüne kaçar ve çok acıtır. Suyla sabundan çok güzel balon olur. Balon yapmak için suyun içine birazcık sabun atılır, bir saman çöpü alınır ve çöp bu sıvıya batırılarak dikkatle üflenir. Saman çöpünün ucunda büyük, güzel, rengârenk bir balon şişer ve çöpten ayrılarak patlayana dek havada uçar. Suyla çamaşır yıkanır, odaların yerleri silinir ve terliyken su içilirse insan üşütebilir. Bir de suda yüzülür, ama bazıları boğulur. Böylece suyun doğadaki ve insan yaşamındaki öneminin çok fazla olduğunu açıkça görmüş oluyoruz.
Yelizaveta Pionova"
İşte benim kompozisyonum. İtiraf edeyim ki, onu okuduktan sonra kendimi beğendim, çünkü bu kompozisyon tümüyle bir dördüncü sınıf öğrencisinin üslubuyla ve çocuk psikolojisini bilmeden yazılmıştı. On iki yaşındaki bir kız çocuğu için sabun köpüklerinin Finikelilerin yaptığı ticaretten daha ilginç olacağını biliyordum ve bu yüzden suyu bir kültür faktörü olarak ele aldığımdan daha çok sabun köpükleri üzerinde durmuştum. Çok daha parlak bir şekilde kanıtlayabileceğim halde, suya karşı şarabın üstünlüklerini kanıtlamaya kalkışmıyordum. Kompozisyonumda devletlerin gelirlerini artırma yöntemleri bakımından suyun da dolaylı vergilerle vergilendirilmesi gerektiğini ileri sürmüyordum. Ne demeye bunu ileri sürmüyordum sanki? İnsanlar çok gelişmiş yurtseverlik duygusuyla daha neleri ileri sürüp duruyorlar! Ben dördüncü sınıf öğrencisi bir kızın bilemeyeceği hiçbir şeyden söz etmiyordum ve onun bilebileceği her şeyi yazmışım gibi geliyordu bana. Bu pek saygıdeğer öğretmene, bilmem ki, ne yazmak gerekiyordu?
On iki yaşındaki bir kız öğrenci için bir de kendisi böyle bir kompozisyon yazmayı denesin bakalım, nasıl yapıyormuş görelim!..
Bu adam benim kızıma nasıl sıfır verebilirdi?.....
-----------alıntının sonu-----------
Maksim Gorki tarafından yazılan ve M. Özgül - A. Hacıhasanoğlu tarafından tercüme edilen Makar Çudra'dan alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=sUnYBgAAQBAJ
0 yorum:
Yorum Gönder
Eklemek istediğiniz bir husus varsa yazabilirsiniz