27 Mart 2017 Pazartesi

Kompozisyonu Nasıl Yazmalı

Ali Çiçekli'nin Kompozisyon Kılavuzu adlı eserinden alıntıdır:

KOMPOZİSYON ÖĞRENİMİ GEREKLİ Mİ

Kompozisyonu öğrensen ne olacak, öğrenmesen ne olacak? Öğrenmekle ne kazanmış, öğrenmemekle ne yitirmiş olacaksınız? Kompozisyona çalışacak kişinin her şeyden önce bu soruyu, kendi kafasında, yüreğinde aydınlığa kavuşturması gerekir. Kompozisyonun gereğine, yararına inanmayan birinin kompozisyona çalışması ya da böyle birine kompozisyon öğretmeye çalışmak boşuna bir çabadır. Çünkü öğrenemez, öğretilemez. «Gönülsüz aş, ya karın ağrıtır ya baş.» Onun için her şeyden önce uğraştığı işin gereğine, yararına inanmalı insan.
Birçoklarına göre iyi kompozisyon yazmak için «edebiyatçı» olmak gerek. Edebiyatçı olmayanlar, hele de «fenci» olanlar doğru ve güzel yazı yazamazlar, yazmaları da gerekmez. Giderek fen dallarında öğrenim yapanların ya da yapacak olanların kompozisyon öğrenmeleri gereksiz, örneğin lise fen kolundan kompozisyon dersi kaldırılmalıdır!..

Bir doktorun, bir mühendisin, bir yargıcın... bir yere gönderecekleri bir yazıyı yazdırmak için çevrelerindeki bir edebiyat öğretmenine, bir «edebiyatçıya başvurduklarına, biz edebiyat öğretmenleri çok tanık olmuşuzdur: «hocam, sen edebiyatçısın, daha güzel yazarsın, şunu yazıver.» Yaygın mantık bu işte.

Bunlar hep kökünden yanlıştır. Mesleği ve uğraştığı iş ne olursa olsun, herkes, günlük yaşantısı içinde birtakım yazılar, metinler yazmak zorunda kalır. Mektup yazar, dilekçe yazar, rapor yazar, tutanak yazar, ilân yazar... Bunlar hep birer kompozisyondur. Ve iş başa düştüğü zaman, bunları yazdırmak için bir adam aramak, okur yazarlığı olan bir adam için ayıptır.
Öte yandan her yazı, bir amaca ulaşmak, umduğun bir sonucu elde etmek için yazılır. Bir mektupla birisini bir şeye inandırmak istersin, bir dilekçe ile bir makamdan bir şey koparmak istersin, bir yönetim kurulu raporu ile aklanmak ve delegelerin oylarını almak istersin... Ne dediği belli olmayan; imlâsı, anlatımı bozuk; dile getirdiği duygular, düşünceler, olaylar, ayrıntılar tutarsız; kısaca neresinden baksan dökülen bir yazı ile amacın gerçekleşmez, umduğunu elde edemezsin. Umduğunu elde edebilmen için yazdığın yazının, okuyanı ya da dinleyeni etkilemesi, inandırması gerekir.

İşte kompozisyon, bir gün herkesin karşısına çıkacak böyle bir yazıyı yazma ustalığını elde etmek için öğrenilir, öğretilir. Bunun için herkese, her zaman gereklidir, herkes için de yararlıdır.
Buna yürekten inananların kompozisyon öğrenmeye dört elle sarılmaları gerekir. İnanmayanların ise inanmaları, inandırılmaları kompozisyonda başarının ilk koşuludur, inanmadan olmaz.

Kompozisyonun genel olarak, herkes için söz konusu olan bu gereğinden ve yararından başka, özellikle öğrenciler için bir önemi daha vardır: Öteki derslerde, özellikle de edebiyat grubu ve sosyal bilgi derslerinde başarı da geniş ölçüde kompozisyondaki başarıya bağlıdır. Çünkü ders kitaplarındaki her konu bir kompozisyondur. Kompozisyondan zayıf bir öğrenci bu konuları gereği gibi okuyup anlayamaz, öğrenilenlerin sözlü olarak anlatılması, sınav ve ödev kâğıtlarına yazılması da bir tür kompozisyon yazmaktır. Kompozisyondan zayıf olan öğrenci, bu yüzden öteki derslerin sınav ve ödevlerinden de başarı gösteremez.

Ayrıca aslında doğru olan bir bilgi, yanlış anlatılmışsa artık ona «doğru» denemez. Ancak doğru anlatılmış bilgiler doğru sayılabilir. Eğer yanlış anlatılmış bilgiler, aslında doğru diye doğru sayılıyorsa bu, değerlendirmeyi yapanın ihmalinden değilse hoşgörüsündendir. Zaten okullarda görülen gerçek durum da budur: Kompozisyondan zayıf öğrenciler, genellikle öteki derslerden de zayıf oluyorlar.
Kısaca neresinden bakarsak bakalım, inanmak gerekir ki kompozisyon çok önemli, gerekli, yararlı bir derstir.

Kompozisyonda herkes başarı gösterebilir mi
«Kompozisyonda başarı», aslında geniş kavramlı bir sözdür. «Başarı» ama ne ölçüde bir başarı? Büyük yazarların romanları, öyküleri (hikâyeleri), fıkraları, makaleleri, gezi yazıları, mektupları, söyleşileri (sohbetleri), eleştirileri (tenkitleri)... büyük ozanların şiirleri, hep seçkin kompozisyonlardır. Bu ölçülerde yüksek sanat değeri taşıyan kompozisyonlar yazmak, her babayiğidin harcı değildir ve elbet herkes bu ölçülerde başarı gösteremez. Bu anlamıyle, yazılanların birer sanat eseri, yazanların da birer sanatçı olmaları sözkonusudur. Bu, artık anasından yetenekli doğmuş, böyle bir sanat ortamında eğitilmiş, yazma yeteneğini sürekle çalışmalarla geliştirmiş, dünya görüşünü ve sanat anlayışını sağlam bir kültürle kurmuş seçkin kişilerin işidir.

Sanat eseri yaratmak, sanatçı olmak... işte salt çalışma-çabalama ile öğrenilemeyecek, öğretilemeyecek olan budur. Denizi sevmek, bir doğa güzelliği karşısında derinden duygulanmak, insanların sorunlarını dert edinip uykuları yitirmek, bir spor dalında şampiyon olmak... nasıl herkese öğretilmezse, buda öyle. Onun için kompozisyon öğrenimi gören, kompozisyona çalışan herkesten bu tür bir başarı beklenemez. Bekleyen de yok.
(Burada bir parantez açalım: Bizim gibi halkının büyük çoğunluğu yoksul, yüzde altmışından fazlası okul yüzü görmeyen bir ülkede kimin böylesine bir sanatçı-yazar olacağı hiç belli olmaz. Yoksulluktan, çaresizlikten eli kalem tutmayan insanlarımız arasında kimbilir kaç tane büyük sanatçı vardır? Fırsat verilse kimbilir kaç kişi böyle bir sanatçı olacaktır? Fırsat verilmedikçe, gününde tanınmış, ün yapmış sanatçılara hiçbir zaman ülkenin en büyük sanatçıları gözü ile bakılamaz. Bunun için kompozisyon öğrenimi görenler, kendilerini küçümsememelidirler. Yarının büyük sanatçıları, yazarları da onların arasındadır. Hattâ okul sıralarında kompozisyon dersinden hep kırık alan bir öğrenci iken sonradan büyük yazar olanların sayısı az değildir. Bu da günün kompozisyon öğretiminin ne denli başarılı olduğunu gösteren ölçülerden biridir. Onun için «ben yazar mı olacağım?» demeyin, evet belki siz büyük bir yazar olacaksınız.)

Bu nitelikteki sanat eserlerinin bile herkesin öğrenebileceği yanları vardır: Sanat eserlerinin de biçimi, tekniği öğrenilebilir ve öğretilebilir. Usta bir sanatçınınki gibi olmasa bile herkes ölçülü kafiyeli sözler (manzumeler), öyküler, mektuplar, röportajlar... yazabilir. Olsa olsa bunlar, tekniği bakımından doğru fakat özü ve anlatımı bakımından bir sanat değeri olmayan yazılar olabilir. Bu kadarı da öğrenilebilir.

Kaldı ki kompozisyon öğretimindeki genel amaç, öyle ahım şahım sanat eserleri yaratmak, sanatçılar yetiştirmek değildir.
Daha çok günlük yaşantı içinde yazmak zorunda kalacağımız yazıları doğru, açık, düzenli, özlü ve yalın (sade) biçimde yazmayı öğretmektir. Yani doğru cümle, noktalama, imlâ, paragraf gibi biçimsel özelliklerle bu biçimin içine yerleştireceğimiz düşüncelerimizi, duygularımızı, bilgilerimizi, anlatacağımız olayları, göstereceğimiz örnekleri, belgeleri, kanıtları, yapacağımız açıklamaları düzenlice, özlü ve tutarlı olarak anlatmayı öğretmektir. Bunun da öğrenilemeyecek, öğrenmesi güç olan bir yanı yoktur. Herkes güzel sesli olmaz ama herkes türkü öğrenebilir, herkes şampiyon yüzücü olamaz ama yüzmeyi öğrenebilir, herkes Mimar Sinan olamaz ama mimarlık okulunu bitirip bir yapının projesini çizmeyi öğrenebilir... Bunun gibi, herkes sanat-edebiyat değeri olan büyük eserler yaratamaz ama anlatacağını doğru anlatmayı öğrenebilir. «Kompozisyonda başarı» ölçüsü de budur.
Bunun için herkes yanlışsız kompozisyon yazmayı öğrenebilir ve herkes kompozisyondan başarılı olabilir.

Kompozisyon nedir, ne değildir
«Kompozisyon» sözcüğü, Türkçeye Batı dillerinden geçme bir sözcüktür. Sözcüğün kökü, bir şeyin bir anlık görüntüsü, ya da duruşu anlamındaki «poz» sözcüğüdür. «Durum, konum» anlamındaki «pozisyon» da bu köktendir. Gene bu kökten «kom-poz» fiili türer. «Kompoze etmek», ayrı ayrı öğeleri, parçaları, bölümleri birleştirip bir bütün meydana getirmek demektir. Meydana gelen bu bütünün adı da «kompozisyon» dur.
Bu söz, günlük dilde olduğu gibi müzik, resim, heykel, edebiyat gibi sanat dallarında da aşağı yukarı bu genel anlamı ile birer sanat terimi olarak kullanılır. Müzikte ayrı seslerden meydana gelmiş bir tablo, heykelde ayrı figürlerden meydana gelmiş bir heykel... bu sanatlarda hep «kompozisyon» adını alır. Edebiyatta da düşünceler, duygular, olaylar, tasvirler, tahliller gibi ayrıntılar, uyumlu bir bütün meydana getirecek biçimde birleştirilip bütünlenir, böylece bütünlüğü olan bir yazı yazılır. Bu yazıya da «kompozisyon» denir.

Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda gördüğümüz tamamlanmış her yazı bir kompozisyondur. Bir makale, bir fıkra, bir deneme, bir röportaj, bir eleştiri, bir söyleşi, bir anı, bir gezi yazısı, bir öykü, bir masal, bir mektup... hep birer kompozisyondur ve kompozisyon öğrenmeye çalışanlar için de hazır kompozisyon örnekleridir. Sizin kompozisyon diye ya da kompozisyon olup olmadığını hiç düşünmeden yazdığınız her yazı da bu türlerden birine benzeyen bir kompozisyondur. Yani herhangi bir konuda, herhangi bir biçimde, herhangi bir yazıyı yazıp tamamlamışsanız, siz kompozisyon demeseniz de o gene kompozisyondur. (Kompozisyonu zayıf olan kimi öğrenciler, özene bezene kompozisyonlar yazar fakat bir türlü bir «beş» koparamazlar. Zayıflar canına tak deyince öğretmene kompozisyon yerine öfkeli mektuplar yazıp verirler. Çoğu zaman o özene bezene yazdıkları kompozisyonlar beş para etmez de kompozisyon olsun diye yazmadıkları bu öfkeli mektuplar çok daha güzel olur. Öyle ki öğretmen, o «kompozisyon»lar yerine bu mektuplara kompozisyon notu verse, çocuk iyi bir not alabilir.)

Herhangi bir konuda, ne tür olursa olsun bir yazı yazan adamın yaptığı şudur:
1. Bir konuda anlatmak istediği bir şey vardır: bir düşüncesi, aktarmak istediği bilgileri, gördüğü bir olay, gezdiği bir yer, istediği bir şey... insan bunun için yazı yazar. Diyeceği bir şeyi olmayan niçin yazı yazsın, ne yazsın?
2. Anlatmak istediğini anlatabilmek, düşüncesini ya da işleğini kabul ettirebilmek için yapacağı açıklamaları, ileri süreceği belge ve kanıtları, anlatacağı oiayları, göstereceği örnekleri vb. düşünür. «Şunları söyleyeyim, şunları söylemekten vazgeçeyim» diye kurar.
3. «Önce şunu diyeyim, sonra şunları söyleyeyim, en sonda da şunu söyleyip bitireyim» diye planlar. Girişir bir uçtan, diyeceklerini yazar, sözünü bağlayıp bitirir yazısını. Böylece yazılan bir yazı, olur bir kompozisyon.
işte «kompozisyon» budur, gözde büyütülecek başka bir şey değildir.

Biraz o eski «edebiyat» anlayışının etkisiyle, biraz da «kompozisyon» deyince gözünde bir şeyler büyütenler, onu, olağanüstü «yüksek fikirler», «romantik duygular», «şahane tasvirler, lahliller», «parlak teşbihler, mecazlar», «büyük lâflar»... yığını bir şey sananlar çoktur. Bunlara göre «kompozisyon, her şeyden önce edebî bir üslûp meselesidir». «Kompozisyon, insanı 1utup bulutların üstüne, renkli düşler dünyasına yükseltmelidir». Öyle senin benim, «köylü Memedağa'nın» ya da «dağdaki çobanın» söyleyebileceği sözlerle kompozisyon yazılmaz. Kompozisyonun günlük yaşantımızdaki konulardan, duygu ve düşüncelerden, söyleyişlerden bir üstünlüğü, bir ayrıcalığı vardır. «Ne bileyim işte, o, başka, bambaşka bir şeydir.»

Asıl bunlar saçma sapan düşüncelerdir. Kompozisyonu zayıf olanların başarısızlığı da çoğunlukla işte bundan, ya «kompozisyon» diye böyle şeyler yazmalarından, ya da böyle şeyler yazacağım diye özenip kafasını gözünü yarmadık bir şey bırak-mayışlarından ileri gelmektedir. Kompozisyonda başarıya ulaşmak için hemen yapılması gereken, bu tür özentilerden, öykünme (taklit)lerden kesinlikle vazgeçmektir. Başarmaya çalışacağınız ise bunun tam tersidir:
Kendi bildiklerinizi, kendi düşündüklerindi, kendi duygularınızı, kendi yaşayıp gördüklerinizi, kendi dilinizle (konuşuş ve söyleyişinizle), kendi buluşlarınızla anlatmak... İleride uzun uzun açıklayacağız ama şimdilik «kompozisyon» deyince asıl anlayacağınız budur.

Kompozisyon nasıl öğrenilir
Bu dediklerimizi, bu kitabı ve bu konuda yazılmış bütün kitapları aylarca çalışıp bir bir belleseniz, yutsanız, ezberleseniz acaba kompozisyon yazmayı öğrenmiş olur musunuz? Kesinlikle hayır. Çünkü kompozisyon öğrenmek, tarih öğrenmek, coğrafya öğrenmek, edebiyat bilgileri öğrenmek gibi bir şey değildir. Şoförlük öğrenmek, bisiklete binmeyi, yüzmeyi öğrenmek gibi bir şeydir. Şoförlüğü öğretmek için bir sürü kitap yazılmıştır. Ehliyet almak isteyenler önce bunları alıp bir güzel çalışırlar: Motor, trafik, direksiyon, fren, debriyaj... -Su gibi öğrenir, sorunca bülbül gibi şakırlar. Ama direksiyonun başına ilk geçişte apışıp kalırlar. Bisiklete binmek de hiç güç değildir: Ellerini frene koyar, eşeğe biner gibi allayıp ayaklarını pedallere basarsın, dengeni sağlayıp başlarsın pedalı çevirmeye. Ve yürür bisiklet... Üstündeki, daha önce hiç bisiklete binmemişse acaba yürür mü, yoksa tepe takla devrilir mi? Ama binmeden önce ne güzel anlatıyordun ne yapacağını? Yüzmek de öyle: Yatarsın suyun yüzüne, başını nefes alıp verebilecek kadar dışarda tutarsın, ayaklarını şöyle, kollarını böyle hareket ettirirsin. Bir güçlük var mı? Yok. Hadi gir bakalım, denize... Hiç kuşkun olmasın ki ilk girişte kendini suyun dibinde bulursun. Ne yapacağını ne güzel öğrendiğin halde neden kullanamıyorsun otomobili, neden yürümüyor bisiklet, neden kalamıyorsun suyun yüzünde? O iş, «bilmek» işi değil de ondan. Hepsi «yapmak» işidir. Ne yapacağını bülbül gibi söylemek değil de yapabilmek... O da ancak yapa yapa öğrenilir. Otomobil kullana kullana, bisiklet düşe düşe, yüzme su yuta yuta... Bunları öğrenmek demek alışmak demektir.

Kompozisyonda da sorun, «bilmek» değil, «yapmak»tır. Noktanın nereye konacağını öğrenmek değil yeri gelince noktayı koymak, büyük harflerin nerelerde kullanılacağını söylemek değil, oralarda kullanmak, doğru bir cümlenin nasıl olacağını sayıp dökmek değil, doğru cümlelerle yazmak... Bu da göre göre, yapa yapa öğrenilir, alışkanlık haline getirilir. Kompozisyonda da yüzmeyi öğrenmek için kompozisyonlar denizine dalmak gerekir.
Bütün her yazının bir kompozisyon olduğunu söylemiştik. Kompozisyonun denizi de işte bu yazıların bulunduğu kitaplar, dergiler, gazeteler dünyasıdır. O denize girmeden de bu yüzmeyi öğrenemezsiniz. O halde başarının yolu işte önünüzdedir:

1. Her gün bir gazeteyi gözden geçiriyor musunuz?
2. Haftalık, on beş günlük, aylık bir dergiyi izliyor musunuz?
3. Şimdi elinizde okumakta olduğunuz bir kitap var mı?

Bu sorular ne zaman sorulsa hepsine «evet» diyebiliyorsanız, korkmayın, öğrenirsiniz yazmayı. Ama bunu yapmadan, yalnızca birtakım kompozisyon bilgileri öğrenerek başarıya ulaşmak istiyorsanız bu, denize girmeden yüzmeyi öğrenmeye çalışmak demektir. Açıktır ki bu da boşuna, saçma bir çabadır. Öyle ise kompozisyonda başarının yolu işte budur: sürekli okumak, okumak, okumak, okumak...

Burada, çok sorulan bir soru vardır: Hangi gazeteyi, hangi dergileri, hangi kitapları okuyalım? Bu sorunun elbet belli ve kesin bir karşılığı olamaz. Yani herkes için «şu gazeteleri, şu dergileri, şu kitapları okursanız kompozisyonunuz düzelir» diye bir gazete, dergi, kitap adları listesi verilemez. Ancak önümüze gelen gazeteyi, dergiyi, kitabı gelişigüzel okumanın da öyle pek yararı yoktur. Onun için okunacak derginin, gazetenin, kitabın niteliği önemlidir. «Hangisini okuyalım?» sorusuna verilebilecek karşılık da budur. Nitelikli gazeteleri, nitelikli dergileri, nitelikli kitapları okuyalım. Bunu biraz açıklayalım:

1. Gazete : Burada söz konusu ettiğimiz gazeteler, «taşra gazeteleri» dedikleri küçük il, ilçe, kasaba gazeteleri ile spor, ticaret gibi belirli bir alanda çıkan gazeteler değil. Hemen hepsi istanbul'da çıkan Türkiye'nin büyük günlük gazeteleridir. Bunların da hepsi günlük politikayla uğraşır. Ayrıca kimisi bol resimli, bol dedikodulu, az yorumlu, yarım öğrenimli okur kalabalıklarına, ev kadınlarına ve genç kızlara hitabeden magazin ya da kaldırım gazeteleridir. Kimileri bir siyasî -partinin yayın organıdırlar. Kimileri de belirli bir politik akımın propagandası için çıkarlar. Bunları da izlemenin —olumsuz birtakım örnekler sağlamaktan başka— bir yararı yoktur. Bugüne bugün okunması öğütlenebilecek olan gazeteler, bunlara göre daha nitelikli olan öteki gazetelerdir: Olabildiğince ağırbaşlı, haberleri doğru yazan, fıkralara, makalelere, röportajlara yer veren günlük büyük gazeteler... «Böyle bir gazete de var mıymış?» demeyin. Eh, işte olabildiği kadar, bir oranda, ötekilere göre... işte öyle... Hiç okumadan olmaz.

Böyle bir gazeteyi her gün gözden geçirmelisiniz: İlginizi çeken haberleri okumalı, size ağır gelmeyen makaleleri, fıkraları, öteki fikir yazılarını... birer kompozisyon örneği olarak incelemelisiniz. Her gün bir gazeteyi, haberlerinin başlıklarına bir göz atarak, resimlerine bakarak, o gün hangi yazıların hangi konuları ele aldıklarına dikkat ederek şöyle gözden geçirmek bile bir kazançtır, işlerinizin en sıkı olduğu zamanlarda bile o günün gazetesine bir gözatmayı alışkanlık haline getirmelisiniz.

2. Dergi: Dergiler, haftalık, on beş günlük, aylık... yayınlardır. Tıp, kooperatif, tavukçuluk... gibi belirli dallarda çıkan dergileri özel uğraşısı olanlar okur. Kimileri de gazeteler gibi magazin, politika dergileridir. Gazeteler için söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir. Asıl okunmasını öğütlediğimiz dergiler, sanat-edebiyat dergileridir. Bu dergilerden birini, her sayısını alarak ya da abone olarak izlemek gerekir. Bir derginin de bütün yazılarını okumayabilirsiniz. Fakat baştan sona şöyle dikkatlice bir karıştırırsanız seveceğiniz öykülere, şiirlere, eleştirilere, anılara, gezi yazılarına, bibliyografilere, sanatçılarla konuşmalara rastlayacaksınız. Bütün bunlar da kompozisyon örnekleridir. Her dergiden böyle birkaç yazı okumanız size ummadığınız yararlar sağlar.

3. Kitap: Çeşitleri sayılamayacak kadar çok kitap vardır. Resimli romanlardan yemek kitaplarına kadar... Kitaptır diye elimize geçirdiğimiz her kitabı okuyacak değiliz elbet. Kompozisyon öğretimi için söz konusu kitaplar, yazma ve çeviri roman, öykü, şiir, gezi, anı, biyografi, deneme, fıkra, mektup... gibi edebiyat türlerinden kitaplardır. Bunların da hepsinin bir sanat-edebiyat değeri yoktur. Böyle değersiz «piyasa» kitapları ile boşuna zaman öldürmemelidir. Okunacak kitaplar, yaşınıza ve düzeyinize uygun, sanat-edebiyat değeri olan eserlerdir. Bunun için şöyle ortadan bir ölçü kanulabilir: Türkçe-edebiyat derslerinizde yazılarını okuduğunuz, tanıdığınız, dergi ve gazetelerden öğrendiğiniz, yerli, yabancı tanınmış yazarların en tanınmış eserleri. Özellikle de yeni ya da günümüz yazarlarının kitapları.

İşte herkesin elinde, her zaman, okumakta olduğu böyle bir kitap bulunmalıdır. Ne zaman sorulsa «şimdi falan yazarın filân eserini okuyorum. Bundan önce falanı okumuştum. Bundan, sonra da falan kitabı okumak istiyorum» diyebilecek durumda olmalısınız.

Kitap, dergi, gazeteleri böylesine sürekli okuyan bir insanın kompozisyonda başarıya ulaşmaması olanaksızdır. Çevrenizde başarılı kompozisyon yazanlara şöyle bir bakın: Genellikle «okuyan» kişilerdir. Başarısızlar ise «okumayan»lar. Kompozisyonda en üstün başarıyı en çok okuyanlar gösterir. Böylesine okursanız, okumaya başladığınız ilk zamanlar gene başarı gös-teremeseniz bile, bir süre sonra sizdeki değişikliğe kendiniz de şaşacaksınız: Okumak, sanki bir büyülü değnektir de kafanıza, kaleminize dokununca sizi bambaşka, daha üstün bir insan yapıvermiş... Artık biliyor, düşünüyor ve rahatlıkla söylüyorsunuz. Yalnız kompozisyonda değil, genel olarak çevrenizde değer verilen, hesaba katılan bir insan da oluvermişsiniz.

Okumak, gerçekten böylesine büyülü bir şeydir. Edebiyat öğretmenlerinin anıları, bir zaman iki cümleyi yan yana getiremeyen, iki satırı yazamayan öğrencilerin bu büyülü yola girince nasıl parlayıp sivrildiklerinin öyküleri ile doludur. Onun için, genel olarak hemen her konuda, özellikle de kompozisyonda başarı için sloganımızı bir daha söyleyelim: Okuyun, okuyun, okuyun...

Kompozisyonu değerlendirirken neye bakılır
Bir kompozisyon bir bütündür, bir bütün olarak da değerlendirilir. Fakat öğrenmeyi ve yapılan yanlışların kavranmasını kolaylaştırmak için onu şöyle bölümlere ayırabiliriz: Anlamlı her şey gibi kompozisyonun da bir «biçim»i (şekil), bir de bu biçim: içinde anlattığı şey, yani «öz»ü (muhtevası) vardır. Öz ile biçim, birbirinden ayrılmış, bağımsız, kopuk iki bölüm değil, tersine birbirine bağlı öğelerdir. Asıl önemli olan ise öz'dür. Biçim, öz'ü belirlemek, ortaya koymak için gereklidir. Fakat doğru ve güzel bir öz, yanlış ve çirkin bir biçimle ortaya konamaz. Öz'ünde doğru ve güzel olan bir şey, yanlış bir biçimde ortaya konmuşsa yanlış görünür, hiç olmazsa etkisiz olur. Onun için biçim de önemsiz değildir.
Kompozisyonun biçimi deyince kâğıdın ve kâğıt üzerinde satırların görünüşünden el yazısına, imlâdan dil ve anlatıma kadar her şey anlaşılmalıdır. Kâğıdın ve satırların düzeni, yazının doğruluğu ve okunaklılığı, noktalama işaretlerinin yerinde kullanılışı, imlânın düzgünlüğü, satır sonlarında kelimelerin bölünüşü, cümlelerin ve anlatımın doğruluğu, anlatımın etkililiği... hep kompozisyonun değerini etkileyen öğelerdir.
Kompozisyonun özü deyince de anlatılan fikir ve ayrıntılar, anlaşılır: Fikirlerin, bilgilerin doğruluğu, duyguların özdenliği, olayların gerçekliği, örneklerin seçkinliği, belge ve kanıtların inandırıcılığı, tasvir ve tahlillerin canlılığı... Bir kompozisyonu değerlendiren ya da değersizleştiren asıl bunlardır. Herhangi bir eseri verecek adamın, önce, çevresine, ülkesine, dünyays ve evrene bir bildirisi olması gerekir. Vereceği ayrıntılar, yapacağı açıklamalar, anlatacağı olaylar, göstereceği örnekler, sunacağı belgeler ve kanıtlar... hep bu «bildiriliyi açık, belirgin ve inandırıcı biçimde ortaya koyabilmek içindir. Önereceği, savunacağı böyle bir şey olmayan adamın yazması, konuşması kuru gevezeliktir. Onun için bir kompozisyona doğru ve güzel diyebilmek için önce böyle doğru ve güzel bir bildirisi olması gerekir.
İşte bir kompozisyonda başarının ölçüsü, bütün bunlar ve bunlar gibi öz ve biçim özellikleridir. Şimdi bunların her birini en baştan, teker teker alıp inceleyelim ve her birinin nasıl olması gerektiğini söyleyelim.

KOMPOZİSYON KÂĞIDININ DÜZENİ
Bir kompozisyonu okuyup değerlendirecek olan, ilkin kompozisyon kâğıdının dış görünüşü iie karşılaşır ve ilk izlenimlerini bu görünüşten edinir. Temiz, düzenli bir kâğıt; doğru ve okunaklı bir yazı; ilk bakışta seçilebilen paragraflar; düzgün, başı sonu bir doğrultuda satırlar; yerli yerinde bırakılmış boşluklar... kısaca ilk bakışta sevimli bir kâğıt, kompozisyonunuzu değerlendirecek olanı baştan lehinize çevirir. Tersine kirli, düzensiz, sevimsiz, çirkin bir kâğıt, kargacık burgacık yazılar, okuyanı daha baştan sinirlendirir. Bunun da elbet başarınıza etkisi olur. ilk bakışta kâğıdınıza ısınan ve yazdıklarınızı rahatlıkla okuyabilen adam, birtakım yanlışlarınızı hoşgörü ile karşılayabilir. Tersine kâğıdınızın görünüşüne sinirlenen, yazınızı güçbelâ okuyan adam ise en küçük yanlışlarınızı hoşgörmediği gibi aslında doğru söylediğiniz birtakım şeyleri de yanlış görebilir. Bu, öğretmen de olsa kaçınılmaz, her insan için olağan, doğal bir ruh hali sonucudur. Onun için kâğıdınızın dış görünüşüne önem verin.

Kimliğiniz
Kâğıdınızda bulunması gerekli ilk bilgi, kimliğinizdir. Kâğıdınıza kimliğinizi yazarken nüfus ya da sayım memuru gibi «adı, soyadı, okulu, sınıfı, şubesi, numarası...» (nerde ise «doğum yeri, yılı, anasının adı, babasının...» diye sayılıp gidilecek!) Bu tür kalabalık lâfları tıkış tıkış kâğıda doldurmanın gereği yoktur. Sadece —onu da «adı., numarası..» diye "takdim,, etmeden— okuyanın bilmek zorunda olduğu şeyleri yazın yeter: Adınız, sınıfınız, numaranız. Bunları kâğıdınızın sol üst köşesine ortalıca (yani götürüp ta tepeye, ta sol uca, ta ortaya sokuşturmadan) düzenli bir blok halinde yazın.

Şöyle: MEHMET İŞÇİLER
2C - 585
Ya da: 2C - 585
Mehmet İşçiler

Bunu böylece yazınca sizin 2C sınıfında 585 numaralı Men- • met İşçiler adlı öğrenci olduğunuzu okuyan herkes anlar. Ayrıca «adı, soyadı, sınıfı, şubesi, numarası» demek gerekmez. Genel bir ilke olarak kâğıdınıza fazladan, gereksiz tek kelime yazmayın, tek çizgi çizmeyin, tek işaret koymayın.

Adların yazılışı ve kısaltılışı

Ad ve soyadın baş harflerinin büyük yazılacağını bilirsiniz, iki adınız varsa ikisinin de ayrı ayrı baş harfleri büyük yazılır: Mehmet Necati Öncü... Fakat soyadınız kaç kelime olursa olsun bitişik yazılır ve yalnız baş harf büyük olur: Feyzullah Çok-biliroğlu...
Adınızı kısa yazmanız gerekirse: Sadece adlar kısaltılır, soyad kısaltılmaz. Soyad ne kadar uzun olursa olsun tastamam yazılır: M. İşçiler, F. Çokbiliroğlu...
Adınız iki ise, ikisini de ya da birini kısaltabilirsiniz: M. N. Öncü... İki addan birini kısaltacaksanız kullanılmayan ya da az kullanılan adınızı kısaltır, ana babanız, kardeşleriniz, yakınlarınız sizi hangi adınızla çağırırlarsa o adınızı tamam yazarsınız. Diyelim «Necati» diye çağırıyorlar, Mehmet de göbek adıdır ve pek kullanılmıyor. O zaman «M. Necati Öncü» diye kısaltılır. «Mehmet» deniyor da «Necati» kullanılmıyorsa: «Mehmet N. Öncü» diye kısaltılır.
«Orijinalite» olsun diye ad ve soyadlarının baş harflerini küçük yazanlar ve soyadlarını kısaltanlar da vardır. Bile bile bu kurallara uymayanlar için denecek bir şey yoktur. Bu düzeyde, şu ya da bu biçimde yazmış olmak önemli de değildir.

Sınıfın yazılışı
Sınıf rakamla, şube de büyük temel harfle yazılır (küçük temel harfle yazılmaz). Rakam «2C» olabileceği gibi roma rakamı da olabilir: «IIC»... Fakat el yazısı ile roma rakamlarını herkes düzgün ve güzel yazamaz, yazamayınca da çizgilerle rakamlar birbirine karışır ve çirkin bir şey olur. Onun için roma rakamları kullanmayın siz. Dümdüz «2C» gibi yazın.
Sınıf yazılırken rakam ile harf arasında hiçbir işaret konmayabileceği gibi bolü işareti de konabilir: 2/C, ll/C... Fakat bölü işareti düzgün konmayınca da çizgilere ve rakamlara karışıyor. Onun için nokta koymak ya da hiç işaret koymamak en uygunudur.

Tarih
Kâğıdın sağ köşesine de gene ortalıca kompozisyonu yazdığınız günün tarihi yazılır. Kâğıdınıza uzaktan bakınca sol köşede kimliğiniz, sağ köşede tarih simetrik olarak görünür.

Gün
Ayın kaçıncı günü ise önce o yazılır. Gün, bildiğimiz, her gün kullandığınız rakamlarla gösterilir: 1. 2. 5. 14...31. Gün, hiç bir zaman roma rakamları ile yazılmaz.

Ay
Ay, günden sonra, rakamla ya da yazı ile yazılır: 15.4.1972 ya da 15.Nisan.1972... Yalnız aylar roma rakamları ile de yazılabilir: 15.IV.1972 gibi. Fakat, dediğimiz gibi, roma rakamlarını çok düzgün yazmak ve el yazısında rakamların altına üstüne birer yatay küçük çizgi koymak gerekir. Çizgileri biraz kalabalık olduğundan roma rakamlarını herkes düzgün yazamıyor. Aslında ille gerekli de değildir. Bunun için burada da roma rakamlarını kullanmamanız daha iyi olur.

Yıl
Aydan sonra da yıl yazılır. Yılın tarihini «1972» diye tam olarak yazmak gerekir. Kimilerinin yazdığı gibi «972» ya da «72» diye eksik yazmak yanlıştır. Ama bu, kimi özel yazılarda, yer darlığı, acelecilik vb. durumlarda öyle üzerinde durmaya değer bir yanlışlık da sayılmaz.

Araya konacak işaretler
Gün, ay ve yılı gösteren rakamlar arasına nokta ya da bölü işareti konur: 15.4.1972 ya da 15/4/1972... Böyle nokta konduğunda «1972 yılının, dördüncü ayının, on beşinci günü», bölü işareti konduğunda da «1972 yılında 4. ay, 4. ayda 15. gün» demek olur. Bunların yerine çizgi, eşit, virgül gibi aklınıza esen işareti koymayın. Her işaretin bir anlamı vardır. Anlamlarına göre belirli işaretleri belirli yerlerde kullanmaya alışmak gerek. Bir yerde hiçbir anlama gelmeyen ya da «15=4, o da eşittir 1972» gibi gülünç bir anlam veren işaretler kullanmamalı. En sadesi, gün, ay ve yıl arasına nokta koymaktır.

Dersin adı
Kimlikle tarihin tam ortasına, ya aynı çizgi üzerine ya da bir çizgi aşağıya dersin adını ve ödev mi, sınav mı olduğunu yazınız: KOMPOZİSYON ÖDEVİ ya da KOMPOZİSYON SINAVI. Bunu büyük temel harflerle yazmanız daha uygun olur. Renkli kalemle de yazabilirsiniz. Fakat kuyruklu kulaklı «acayip» harflerle yazmamaya dikkat edin.

Çizgi
Kompozisyon kâğıdının başına, yazı yazacağınız ilk satırdan son satıra kadar, yukarıdan aşağıya bir çizgi çizmek âdet olmuştur. Bu çizgi, hem başta bırakmanız gereken boşluğu ayırmaya yarar, hem de kâğıdınızın görünüşünü güzelleşîirir. Bu çizgi normal boyutlu bir dosya kâğıdında beş santim içerden çizilmelidir. Daha az boşluk, hem kâğıdın görünüşünü çirkinleştirir, hem de öğretmenin yanlışlarınızı göstermek için yazacağı yazılara yetmez.
Çizgiyi üstte kimliğinizin bir ya da iki satır altındaki çizgiden (kimliğinizi ortalayacak biçimde) başlayıp altta kâğıdın son çizgisine kadar çizerseniz görünüşü daha güzel olur. Ayrıca bu çizgi, tek bir kalın çizgi, ikisi de ince ya da biri kalın biri ince bitişik çift çizgi olabilir.

Konu
Kâğıdınızı bu biçimde hazırladıktan sonra, öğretmenin verdiği konu, onun ağzından çıktığı gibi, kâğıdın başına yazılır. Konuyu yazmadan önce de dersin adını yazdığınız satırdan sonra bir satır atlayın, o satırın başına küçük temel harflerle «Konu» diye bir küçük başlık yapıp iki nokta üstüste işaretini koyun. Bu başlıktan sonra konuyu kendi günlük el yazınızla yazın.

Başlık
Konuyu da böylece yazdıktan sonra bir satır atlayın (boş bırakın). Kompozisyonunuzun başlığını ondan sonraki çizgiye yazacaksınız. Başlık, yazdığınız yazının özel adıdır. (Bir yazıya en uygun başlığın nasıl konacağını ileride göreceğiz.) Adsız, başlıksız yazı olmaz. Her yazının başlığı yani adı, o yazının özel adı yani «özel isim» olduğundan ya her kelimesinin baş harfi büyük yazılır, ya da hepsi büyük temel harflerle yazılır. Eğer yazınızın içinde bir de ara başlıklar varsa bu asıl başlık ötekilerden ayrı bir yazı çeşidiyle yazılır. Diyelim ki kompozisyonun asıl metnini bitişik el yazısı ile yazıyorsunuz, ara başlıkları küçük temel harflerle, ana başlığı da büyük temel harflerle yazabilirsiniz. Fakat başlığı her halde uzaktan bakınca seçilebilir biçimde yazmalısınız. Bunun için yerine göre renk, koyu harfler, italik harfler, değişik büyüklükte harfler kullanabilirsiniz.

Paragraf başları, satır başları ve satır sonları
Bir sayfada satırlar düzgün bir blok biçiminde görünmelidir. Bu blokun görünüşünü ince dişli bir testerenin görünüşüne benzetebiliriz: Satır başları testerenin sırtı gibi, satır sonları da testerenin ağzı gibi düz görünür. Satırları istediğimiz yerden başlatmak elimizde olduğundan hepsini aynı doğrultuda, dümdüz bir çizgi üzerinde yazabiliriz. Fakat heceleri bölmemek zorunda olduğumuzdan, satırları istediğimiz yerde bitiremeyiz. Bunun için de satırlar birbirinden bir iki harf uzun ya da kısa olabilirler. Ama işte o kadar, daha fazla da değil. Gene uzaktan bakınca satır sonları da, satır başları gibi olmasa bile hiç olmazsa testerenin ağzına benzeyen tırtıllı bir çizgi görünüşünde olabilir.
Paragraf başları, orta uzunlukta bir kelimenin sığabileceği kadar içerde olmalıdır. Bakınca paragraf başları da aynı çizgi üstünde görünmelidir.
Kısaca bir sayfaya şöyle karşıdan bakınca satır başları ve sonlan dümdüz görünmeli, kaç paragraf olduğu iyice seçilmelidir.

Boşluklar
Satırların arasında, satır sonlarında, satır başlarında, sayfa altlarında bırakılan gereksiz boşluklar, sayfanın görünüşünü çir-kinleştirir, sevimsizleştirir. Çizgili kâğıda yazıyorsanız satır başlarını, satır sonlarını, paragraf başlarını görünmez çizgiler çizerek belirleyin. Çizgisiz kâğıda yazıyorsanız kâğıdınızın altına bir çizgili kâğıt koyun.
Satırların başında beş santimlik bir boşluk bırakacağınızı söylemiştik. Satır sonlarında ise bir santimden fazla olmayan dar bir boşluk kalabilir. Ayrıca yazacağınız az da, kâğıtta boşluk kalacaksa bu, altta değil, üstte kalmalıdır. Özel bir kaygı yoksa sayfanın üst yanında kalan boşluklar göze hoş görünür, fakat alttaki boşluklar kâğıdınızı çirkin gösterir. Onun için yazacaklarınızı tıkış tıkış sayfanın üstüne tıkıştırıp alt yanı bomboş bırakmayın.

6 Mart 2017 Pazartesi

Güzel Kompozisyon Nasıl Yazılır

Hakkı Devrim Radikal'deki yazısında bu soruya şöyle cevap vermiş:

* Ankaralı okurum Onur Demirci soruyordu:
«Güzel ve yalın bir kompozisyon nasıl yazılır, diye?
«Üniversite mezunuyum, kimse bana nasıl yazılacağını öğretmedi, diye.
«Devletin yüksek kademelerinde kendine yer elde edebilmek için sınavlara hazırlanma sürecindeyim» diyor.
İlköğretim aşamasında bir çocuk «Futbol öğrenmek ve oynamak istiyorum. Ne tavsiye edersin?» diye sorsa, düşündüm:
– Sen işe televizyonda futbol maçlarını seyretmekle başla, derdim herhalde.
Onur Bey okuruma da benzer bir tavsiyede bulunabilirim:
– Güzel yazmayı öğrenmenin en emin yolu okumaktır. Ünlü hikâyecilerimizin, romancılarımızın eserlerinden başlayabilirsiniz. Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık gibi... Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Kemal Tahir gibi...

Kemal Tahir

6 Ocak 2017 Cuma

Kompozisyon Ödevi (Gorki)

"Su ve Suyun Doğadaki ve İnsan Yaşamındaki Önemi"

Bütün insanların vicdanında bir leke vardır. Benim de bir tane var.

Ama insanların çoğu, ruhlarının yüzündeki bu süsleri hiç umursamazlar; bunları aynen kolalı gömlekleri kadar kolay taşırlar üstlerinde. Benim kolalı gömleğim yok, herhalde bu nedenle olacak, vicdanımdaki leke yüzünden son derece rahatsızım. Kısacası, bunu itiraf etmek istiyorum.
itirafımın nedeni, artık hayatta uğraşacak daha hoş bir eğlence bulamayışım ya da insanların dikkatini başka türlü üzerime çekemeyeceğimi hissetmem değil; ayrıca içten davranmamın nedeni de erdemlerim hakkında bir şeyler anlatma isteğine sahip olmam değil, yo hayır! Bu olayda beni harekete geçiren, insanları herkesin önünde itirafa zorlayan alışılmış nedenlerden hiçbiri değil. Ben, zamanının geldiğini hissettiğim için itiraf ediyorum. İşte kalemi elime alıyorum ve çoktandır yüreğimi ezen bu kara lekeyi, fırçayla temizler gibi, içtenliğimle ruhumdan süpürüp atmak istiyorum.

Bütün bunlar, sokakta gezdiğim ve tanıdık bir ortaokul öğrencisi kıza rastladığım keyifli bir mayıs günü başladı. Kızın adı Lizoçka'ydı; çok neşeli kahverengi gözleri vardı, ama bu gözler şimdi kederliydi; zarif ve canlı pembe yüzü karşılaştığımız anda solgun ve donuktu; yürüyüşü, kuş uçuşu gibi hafifken şimdi adımlarını zor atıyordu.

"Lizoçka, merhaba! Bebeklerin nasıl?"

Bu kızın kaçıncı sınıfta okuduğunu söylemeyi unuttum. Dördüncü sınıfta okuyor. Onunla bebek oynamayı çok severdim, insanlarla haşir neşir olduktan sonra yepyeni bir güç verir.

"Merhaba," dedi Lizoçka ve sesinde gözyaşları hissettim.

"Ne oldu sana, küçük hanım?" diye sordum kaygıyla, itiraf edeyim, onu seviyordum, o da on iki yaşın bütün gücü ve ihtirasıyla sevgime karşılık veriyordu. Ben o sırada olsa olsa elli üç yaşındaydım.

Gözyaşları arasında:

"Yine... kompozisyon ödevi verdiler..." dedi.

"Kompozisyon mu? Vay canına! Daha yazmadan ağladığınıza göre acıklı bir konu galiba?"

Gülümsedi.

"Tabii, size göre hava hoş, sizi kompozisyon yazmaya zorlamıyorlar!"

"Ne yazık ki, zorluyorlar, Lizoçka. Yalnız, sizi öğretmenler, beni ise koşullar zorluyor. Hangisinin daha kötü olduğunu söylemeyelim. Ama siz üzülmeyin, ben sizin için bir kompozisyon yazarım. Konu nedir?"

" 'Su ve Suyun Doğadaki ve insan Yaşamındaki Önemi!' Sahiden yazar mısınız, aziz dostum? Hem de beş numaralık?"

"Artısı da olması için çalışacağım!"

"Sonra da bebek oynamaya gelir misiniz?"

"Kompozisyondan sonra mı? Mutlaka gelirim."

"Hoşça kaim! Ne kadar iyisiniz!"

Ve gitti...

Kompozisyon yazmak bildiğim bir iş olduğu için bu işi yapmayı böyle çabucak önerivermiştim. Bir keresinde bir edebiyat öğretmeni, "Skalozub ve Molçalin'in Kişiliklerindeki Olumlu Özellikler" konusunda beşinci sınıftan bir kız için yazdığım bir kompozisyona iki numara vermişti. Başka bir sefer de "Ana Babalara Saygı Göstermenin Yararları ve Zararları" ya da buna benzer bir konuda altıncı sınıfta okuyan bir çocuk için yazdığım kompozisyondan eksisiyle birlikte bir numara almıştım.

Yani ne yapmam gerektiğini biliyordum. Ama yine de kara kara düşünmeye başlamıştım. Sevgili küçük kızımın tam not almasını çok istiyordum. En az beş numara almak için nasıl bir kompozisyon yazmalıydım?

Biraz düşündükten sonra kararımı verdim: Yazmaya başlamadan önce, iki buçuk arşınlık uzun boylu bir oğlan değil, on iki yaşında, pembe yanaklı küçücük bir kız olduğumu düşünmem gerekiyordu. Öğretmen konuyu verirken çocuğun bu konudaki bilgilerini, psikolojisini, üslubunu ve nihayet kompozisyon konusuna düşünsel bakışım, bu konuya karşı tavrını göz önüne alıyordur mutlaka. Oyle olduğundan hiç kuşku yok. Demek ki, ben de elimden geldiğince bir çocuğu taklit etmek zorundaydım. Harika!

Eve giderek divana uzandım, bir sigara içtim ve hiç istemediğim halde uyuyup kaldım, istemediği halde bana misafirliğe gelen bir arkadaşım beni uyandırdı. Bana uğramak gibi bir niyeti olmadan evden çıkmış ve birden bana gelivermiş! Biz onunla oturup dostluk bağlarının ne kadar esnek olduğundan konuşmaya başladık: Arkadaşının evinin sağ tarafından geçip giderken birden ona uğruyor, uyumasına engel oluyorsun. Daha sonra şaraptan ve şarap içen insanlardan söz ettik. Şu konuyu açıklığa kavuşturduk: Cebinde para ya da şarap dükkânında kredisi olan insanlar şarap satın alabilirler, ne parası ne de kredisi olmayanlar ise bunu yapamazlar. Arkadaşım gittiğinde su konusunu yazmak için artık vakit geç olmuştu...

Kompozisyon ödevi cumartesiyeydi, daha iki günüm vardı. Fakat ertesi gün suya engel olan artık arkadaşım değil, bana karşı davranışlarında gerçek bir düşman olan şaraptı. Son gün gelip çattı. Su ve suyun doğadaki ve insan yaşamındaki önemi konusunda yazmaya oturdum. Başım çok ağrıyordu, ama yine de yazdım. Sonra okudum, hiçbir şey anlamadım ve bir çocuğu çok başarılı bir biçimde taklit ettiğime, bu ödevle öğretmeni tamamen tatmin edeceğime karar verip kompozisyonu benim küçük öğrenci kıza götürüp verdim.

Beni sevinçle karşıladı.

"Hazır demek! Ah, ne kadar iyi! Beş numaralık değil mi? Tabii beş numaralık olacak, siz zaten yazarsınız... Gelin bebek oynayalım!"
Gittik ve oynadık, sonra ben eve döndüm, gece gönül rahatlığıyla uyudum...

Pazar günü ona gittim. Beni anneciği karşıladı. Güzel bir çan kulesi kadar iriyarıydı, gözleri iki tabanca namlusu gibi bana bakıyordu.

"Ah, siz misiniz, beyefendi hazretleri? Siz ha?"

"Ben olduğumdan hemen hemen eminim, hanımefendi."

"Şaka etmeyin, efendim!"

"?!?"

"Siz yazarsınız ha!, Ya-zar! İşitiyor musunuz?"

"İşittiğimi sanıyorum... Ama ne demek istediğinizi anladığımdan emin değilim..."

"Kızımın başına neler getirdiniz?" "İzin verin de hatırlamaya çalışayım..." "Gelin de haline bakın!.."

Gittim ve baktım. Lizoçka yatakta yatıyordu. Avaz avaz ağlıyordu zavallıcık.

"Lizoçka," dedim.

"Ah!.. Anneciğim, anneciğim, kapıcı Matvey'e söyleyin, bu adamı bıçakla mı... baltayla mı... neyle olursa olsun kessin... Öldürün onu!" diye bağırmaya başladı Lizoçka.

Bu çok şaşırtıcıydı.

"Anlatır mısınız..."

"Kızımı bütün okulun alay konusu yapan ve ona sıfır aldıran şu iğrenç kompozisyonunuzu alın!.. Alın da..."

Çıktım. Kompozisyonu özenle alıp cebime sakladım ve yürüdüm. Sanki cebimde bütün sırlarıyla birlikte koskoca Atlas Okyanusu'nu taşıyordum. Eve giderek kompozisyonu okudum... Buyurun siz de okuyun:

"Su ve Suyun Doğadaki ve İnsan Yaşamındaki Önemi

Su, ıslak bir sıvıdır. Yeryüzünde suyun ortaya çıkışı tarih öncesi zamanlara kadar gider. Önceleri yeryüzünde su çok fazla değildi, ama daha sonra Tanrı'nın buyruğuyla dünya çapında büyük bir su baskını olunca yeryüzünde topraktan daha fazla su oldu, o zamandan beri de hiçbir yere akmadan bataklıklarda, göllerde ve denizlerde öylece duruyor. Su yalnızca alçak yerlerde birikir, yüksek yerlerde ise duramaz, çünkü su bir sıvıdır. Suyu bir dağın tepesinden dökersek hemen aşağı doğru akar, bu nedenle dağların etekleri her zaman denizlerle, göllerle ve bataklıklarla çevrilidir. Bir portakalın üstüne su dökecek olursak su, portakalın üstünde de duramaz. Ama dünya da portakal gibi yuvarlak olduğu halde su dünyanın üstünde durur... Bütün nehirler de yukarıdan aşağı doğru akar, çünkü nehirler, yüksek yerlerden doğar ve su da akıcıdır. Suyu yere, döşemeye dökersek o zaman da neresi alçaksa oraya doğru akar, ama bunun tersi olmaz. Suyu yağdan ayırt etmek çok basittir, çünkü su yazın donmaz, yağ ise eğer mahzene koymuşsak yaz da olsa donar. Bitkisel yağ suya daha çok benzer. Bataklıklardaki su kirli, denizlerdeki su tuzludur ve bu yüzden içilmez, sadece nehirlerdeki su içilir, ama yalnız musluk suyunun olmadığı yerlerde. Su içmek zararlıdır, çünkü insan üşütebilir, çay, kahve ve kvas içmek daha yararlıdır... Su, aynı zamanda ulaşım yolu olarak da kullanılır ve suyu çok olan devletler çok gelişmiş ticaretleriyle dikkat çekerler. Eskilerden Finike ve Yunanlılar, zamanımızdan da İngiltere bu devletlerdendir. Balıklar suda yaşamayı severler. Suyun üstünde filo denilen özel gemilerle mal taşımak çok rahattır, ama suyun üstünde yürümek olanaksızdır, çünkü su sıvıdır ve ayakların altında açılır, insan boğulur. Doğada su, yazın yağmur olarak bulunur, yağmur yüzünden yerler çamur olur. Yağmur yağdığı zaman ilk önce evlerin çatılarına düşer, oradan da derecikler halinde toprağa akar. Yağmur yağarken büyükler sokağa ayaklarında lastik, tepelerinde şemsiyeyle çıkarlar, çocuklarsa evde otururlar ve canları çok sıkılır. Kışın yağmur donar ve kar Şeklinde toprağa düşer, bu yüzden de hava soğuk olur. İnsan yaşamında su, çeşitli ihtiyaçlar için gereklidir: Onunla çay yapılır, çorba pişirilir, yıkanılır, sabunla yıkanırken sabun insanın gözüne kaçar ve çok acıtır. Suyla sabundan çok güzel balon olur. Balon yapmak için suyun içine birazcık sabun atılır, bir saman çöpü alınır ve çöp bu sıvıya batırılarak dikkatle üflenir. Saman çöpünün ucunda büyük, güzel, rengârenk bir balon şişer ve çöpten ayrılarak patlayana dek havada uçar. Suyla çamaşır yıkanır, odaların yerleri silinir ve terliyken su içilirse insan üşütebilir. Bir de suda yüzülür, ama bazıları boğulur. Böylece suyun doğadaki ve insan yaşamındaki öneminin çok fazla olduğunu açıkça görmüş oluyoruz.

Yelizaveta Pionova"

İşte benim kompozisyonum. İtiraf edeyim ki, onu okuduktan sonra kendimi beğendim, çünkü bu kompozisyon tümüyle bir dördüncü sınıf öğrencisinin üslubuyla ve çocuk psikolojisini bilmeden yazılmıştı. On iki yaşındaki bir kız çocuğu için sabun köpüklerinin Finikelilerin yaptığı ticaretten daha ilginç olacağını biliyordum ve bu yüzden suyu bir kültür faktörü olarak ele aldığımdan daha çok sabun köpükleri üzerinde durmuştum. Çok daha parlak bir şekilde kanıtlayabileceğim halde, suya karşı şarabın üstünlüklerini kanıtlamaya kalkışmıyordum. Kompozisyonumda devletlerin gelirlerini artırma yöntemleri bakımından suyun da dolaylı vergilerle vergilendirilmesi gerektiğini ileri sürmüyordum. Ne demeye bunu ileri sürmüyordum sanki? İnsanlar çok gelişmiş yurtseverlik duygusuyla daha neleri ileri sürüp duruyorlar! Ben dördüncü sınıf öğrencisi bir kızın bilemeyeceği hiçbir şeyden söz etmiyordum ve onun bilebileceği her şeyi yazmışım gibi geliyordu bana. Bu pek saygıdeğer öğretmene, bilmem ki, ne yazmak gerekiyordu?

On iki yaşındaki bir kız öğrenci için bir de kendisi böyle bir kompozisyon yazmayı denesin bakalım, nasıl yapıyormuş görelim!..
Bu adam benim kızıma nasıl sıfır verebilirdi?.....

-----------alıntının sonu-----------


Maksim Gorki tarafından yazılan ve M. Özgül - A. Hacıhasanoğlu tarafından tercüme edilen Makar Çudra'dan alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=sUnYBgAAQBAJ

Kompozisyon Dersi (Roman)

Öğrencilerimi daha iyi tanıyabilmek için ilk kompozisyon dersinin gelmesini dört gözle beklerdim. Bu ilk derste, onların edebi yönlerini keşfedebilmek için kompozisyon yazdırırdım. Acaba içlerinde gelecek vaat edenler, yönlendirildiğinde sağlam kurgularla edebi yazılar yazabilecek olanlar var mı diye merak ederdim.

Bu yıl da öyle oldu. Öğrenciler yeni bir eğitim öğretim yılına başladıkları için heyecanlıydılar ve en kolay yazılacak konu da, insanın o an hissettikleri olduğu için, ben de "Yeni eğitim öğretim yılına başlamanın heyecanı"yla ilgili bir kompozisyon yazdırdım.
Öğrencilerimin yazdığı bu ilk kompozisyonları daha bir dikkatle okumalıydım.

Kimsenin rahatsız edemeyeceği bir ortamda okumaya çalıştım yazılanları. Yer yer ümitlerimi artıran yazılar çıkıyordu karşıma ama onun yazdığı kompozisyon daha bir başkaydı. İdealist yanlarımla ümitlerimin heyecan dalgasına tutuldum. Böylesine kabiliyetli ve hissî bir öğrencimi keşfetmenin ve onu kazanabilmenin hazzı kapladı bütün benliğimi. Tavırlarıyla dikkatimi çeken bu öğrencim, yazdıklarıyla da benim ilgi odağım olacağa benziyordu.

Ondan ümitliydim.

Bir öğrencinin seçtiği kelimeler ve bunları özenle cümlelere yerleştirmesi bana bir fikir verebiliyordu. Bu özelliğin onda fazlasıyla olduğunu fark ettim.

Bir gün, elinde ikiye katlanmış bir teksir kağıdıyla yanıma geldi. Utangaç çehresiyle yüzüme bakarak: "Hocam, bir yazı yazdım; acaba değerlendirebilir misiniz?" dedi. Böyle bir istek, benim için cana minnetti!

Yazıyı almak için elimi uzattım. Kâğıdı bana uzatırken, elinin hafif titrediğini fark edebiliyordum. Temize çekilmemiş bir yazıydı. Bazı yerlerin üstü çizilmiş, bazı kelimeler karalanmış ve bazı cümlelere eklemeler yapılmıştı. Büyük bir memnuniyetle: "Okuyup değerlendiririm." dedim.
Geceydi. Sırlar örtülüydü gecenin sürmeli örtüsüyle. Uykunun kollarındaydı şehir. Yüreğinde maziden arta kalan hüzünleri besteleyenler uyanıktı sadece.

Bazen, yüreğine yasak koyanlara imrenir, terk ederdim uykuyu. Yine böyle bir geceydi. Elimde öğrencimin yazısı. Zaman en tatlı yorumlarla yeni anlamlar kazanmaya hazır. Harflerin yan yana dizilişinde, taze bir yüreğin ürkek heyecanlarını okuyorum. Satır aralarına, bir kuş kalbi kadar ürkek ve kırılgan bir yüreğin, yazı diye serpiştirildiğini görüyorum.

İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyorum. Duygularım hüzne yakın duruyor.

Kendisini biraz anlar gibi oluyorum. Ön sırada oturan, dersleri dikkatle dinleyen ve ders dışı hiç konuşmayan öğrencimi düşünüyorum yazılanlarda. Yazdıkları ele veriyor kendisini.

"Eylül'ü Düşlerken
Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü...
Annemin söylediği ninniler kadar içten ama gökyüzüne uzanan umutlar kadar soğuk ve uzak bir Eylül sabahı.
Odamın ve yüreğimin pencerelerini sonuna kadar açmış; şehri böylesine sessiz, böylesine yalnız bulmanın tadını çıkarıyorum. Uzaklardan kulağıma gelen birkaç simitçi sesi de olmasa bu koca binalar arasında bir başıma kaldığımı düşüneceğim. Neyse ki güneş, ışıklarıyla günü başlattığı gibi içimi de ısıtıyor ve beni bu taş duvarların soğukluğundan kurtarıyor.
Her ne kadar gündüzleri, bana hayata mahkûm olduğumu hatırlattığını bahane edip ruhsuzlukla suçlayarak mutluluk ümitlerimi geceye bağlasam da, bugün onun karanlık gecelerden çok daha vefalı olduğunu anladım. Çünkü hiç olmazsa gündüzleri başımı sonsuz maviliğe çevirdiğimde, göremeyeceğim endişesiyle bakmaktan çekindiğim kayıp yıldızlar yok gökyüzünde. Bu, hayatımın on altıncı Eylül'ü.
İçimin mevsimiyle şehrin mevsimi tam bir uyum içinde bugün. Sanki bir türlü
geçmek bilmeyen zamanlarda, zamansız yaşıyorum. İçimde sadece Eylül.
Eylül, rüzgâra kendini kaptırıvermiş sararan yaprakların hüznü.
Eylül, yüreğimin susuz köşelerinde solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin yağmura olan
hasreti.
Eylül, gözyaşlarına aşina bir mevsimin belki de dökülmemiş tek bir damlası. Şimdi yüreğim bir hazan mevsimini yaşamak için, birinci sınıfa henüz başlayan bir çocuk kadar heyecanlı ve hazır. İçimde boşalmayı bekleyen gözyaşlarını, yüzümde hüznün kenarlarını çevrelediği sınırlı bir tebessüm.
Yorgun sonbahar gecelerinde yine mutluluğuma denk tutacağım birkaç yağmur damlası var hayalimde. Bir tek hüzne gerek duymuyorum. Çünkü biliyorum ki hüznün adı, benim.

Annemin kahvaltıya çağıran şefkat dolu sesiyle sıyrılıyorum düşüncelerimin arasından ve şunu çaresiz yüreğimde bir kez daha hissediyorum ki, 'Hayat Eylül düşleriyle değil gerçeklerin katı prensipleriyle işler.'"

Evet, "Hüznün adı benim!" diyen öğrencimi anlamaya çalışıyorum. Genç
yaşında, hayatının bu on altıncı Eylül'ünde, kendisini böylesine duygulandıran
neydi acaba?

Ertesi gün yanıma çağırdım kendisini. Aynı üsluba sahip olduğumuzu, aynı duyarlılıkla kalbe yaslanan metinler yazdığımızı söyledim. Belli ki, söylediklerim hoşuna gidiyordu. Fakat, "Estağfirullah" deyişinde, ayrı bir tevazu vardı ama niye öyle bir konuda yazdığını, niçin hüzün dolu bir Eylül'ü anlattığını soramadım kendisine. Böyle bir soruyu sormaktan çekindim. Daha kendisini tanımam için ileride elime çok fırsatlar geçeceğini düşündüm. Belki de bu konuda ona soru sormama hiç gerek kalmayacaktı.

Ayrılmak için izin isterken gözlerindeki parıltıyı görmüştüm. Onu ilk defa böylesine mutlu görmek beni de mutlu etmişti.

İlerleyen günlerde, onun bana olan saygısının daha da arttığını hissediyordum. İlk sınavlarda elde ettiği başarılarla seviniyordum. Diğer öğretmen arkadaşlara da onun durumunu soruyordum. Çalışkanlığıyla ve saygısıyla diğer öğretmenlerin de dikkatini çektiğini öğrenmiştim. Bütün öğretmenler, onu takdir ediyorlardı.

Hem edebiyat öğretmeni hem de sınıf öğretmeniydim. Bir gün annesi benimle tanışmak için okula geldi. Çocuğunun geç saatlere kadar ders çalıştığından dert yandı. Annesini, haliyle çocuğunun sağlığı daha çok düşündürüyordu ama ben çok önemsemedim. Ne kadar çalışması lazım geldiğini bilen bir öğrenciydi çünkü o. Çok da fazla müdahale etme gereği duymadım. Bilakis, derse olan ilgisinden dolayı, içten içe seviniyordum.
Annesine; öğrencimin durumunun gayet iyi olduğunu, önemli bir problem olmadıkça müdahale edilmemesi gerektiğini söyledim. Çocuğuna ait güzellikleri anlattıkça annesi, karşılık vermektense zapt edilmiş bir tebessümle gülümsüyordu. Yine bir gün elinde bir yazı, öğretmenler odasına doğru yürürken yanıma geldi. "Hocam, babamla ilgili yazdığım bir yazı var da..."

Kelimeler dudaklarından hüzünle dökülüyordu. "Henüz anneme okutmadım, ilk size getirdim."

Elindeki kâğıdı bana verip hemen uzaklaştı.

Acaba babasıyla ilgili ne yazmıştı ama yazıyı teneffüste okumak istemedim. Öğleden sonra altıncı saatim boştu.

"Anlatsana Baba
Hani gün batarken yolunu kaybetmiş, uçmayı yeni öğrenen kuğular olur ya gökyüzünde, şu anda benim yüreğim de tıpkı onlar gibi endişeli ve ürkek. Küçücük beyinleriyle, her gün gezdikleri yerlerin haritalarını çizerler, tıpkı benim servis yolunu ezberlediğim gibi. Kuşları kendime ne kadar da çok benzetiyorum. Söylesene baba, kuşların da hayalleri var mıdır o minicik kafalarında kurduğu? Ertesi gün nerelerde uçacaklarının hülyasına kapılırlar mı hiç? Kuşlar ses vermiyor mu baba, onlar da suskun ve hüzünlü mü benim gibi? Onlar da sana hasret mi baba?
Bak, ben de cevap alamıyorum işte! Hem benimki, kuşların sessizliği kadar kısa değil baba. Yıllardır hasretim sana ve her şafakla birlikte gelip balkonumuza konan serçelere.
Anlatsana baba, hiç 'Yine sensizim, yine yalnızım, yine mutsuzum!' cümlelerini kurdun mu okul koridorlarında yürürken? Sen hiç ağladın mı baba pencereden, çocuğunun elinden tutmuş parka götüren bir babaya bakarken? Hiç canın acıdı mı baba, sabah tıraşını olmamış bir yüz yanağına değerken?
Boş ver baba, kuşlar da gidiyor zaten bu hazan mevsiminin akşamında. Onlar da terk ediyor beni ve yüreğimin baba sevgisiyle boş kalan parçasına ılık ılık bir rüzgâr esiyor şimdi.
Çocukluğumdan bu yana sebebini bilmediğim halde hep ağlamak isterim.
Yoksa gün batımında esen rüzgârlar da, mazinin bütün acılarını sürükleyerek mi
esiyor? Söylesene baba, ölümünü mü hatırlatıyor bu sonbahar akşamı, yoksa
kuşlarımızı mı? Dualarda buluşalım desem gelip beni bulur musun sözcüklerimde?
Yoksa sen de saati unutup sevindirir misin zamanı bana karşı?
Aldırma baba! Bırak cevapsız kalsın sorularımın hepsi. Dinmesin yüreğimin
gözyaşları. Çocukluğum hep senin sevginin yokluğuyla geçsin. Üzülmem!
Çocukluğum da bütün oyuncaklarım da unutulup gidiyor çünkü.
Yalnız bir tek şey istiyorum senden baba. Şayet bir gün ölür de Rabbim bizi
cennetinden mahrum etmezse, ebedi hayatta sadece beni seveceksin "Nazlı
yavrum!" diye. Ben de sana söz veriyorum işte baba, ebedi hayattaki biricik
sevdam sen olacaksın. Ne sonbahar akşamında gelip balkonumuza konan kuşlar ne
de bir başkası.

Yazı bitti; ama gözyaşlarını dinmedi. Buğulu gözlerle bir kere daha okudum yazıyı. Yetmedi, bir üçüncü defa daha ve yine gözyaşlarıyla.
Yetim bir yüreğin hüznünü okudum yazılanlarda ve ebede kadar verilmiş bir sözün samimiyetine şahit oldum, hıçkırıklarla yazıldığına inandığım satırlarda.

Özlemiyle yaşadığı cennette, kavuşmayı arzuladığı babasına söz veren öğrencim, babasızlığın hüznüyle benim de yüreğimi yaraladı.
Onun, taze bir bahar edasına bürünen çehresine, böylesine bir hüznü yakıştıramıyorum. Hani bahar mevsiminde badem ağaçları çiçek açar da, bir kar soğuğu soldurur ya o bembeyaz çiçekleri. Yer yer öğrencimin tebessümlerine akseden hüzün de öyleydi. Solgun bir badem çiçeğiydi sanki yüzündeki tebessümler.

"Yetimi gözet!" diyordu Yüce Kitabımız ve şimdi karşımda gözetilecek, incitilmeyecek bir yetim duruyordu. Mesuliyetim ağırdı, farkındaydım.
Sen, hayatı daha tam tanımadan yetimliği yüreğinde hisseden çocuk! Dilerim, geleceğin bağrında, gözetilmenin verdiği huzuru duyarsın doya doya. Gelen her bir baharla birlikte gönül dağlarında menekşeler açılır teselli dolu.

Fani ayrılıkların ne önemi var! Yüreğine, ebedi ve ezeli bir aşkı işledikten sonra nakış nakış, En Sevgili dosttur sana.
Yüreğimin bir parçası, senin derdine ortak olmakla şeref duyacak.

Rabbimden dileğim; tıpkı babana verdiğin söze sadık kaldığın gibi, gözlerini başka sevdalara kapayışın gibi, onurlu direnişlerle ve imanın olgunlaştırdığı sabrınla, ruhlar âleminde "En Sevgili"ye verdiğin sözü de unutmamandır.

Günübirlik kaygılar değil, ebediyete uzanan duygular, seni cennetin yamaçlarında gezdirecektir.

Yolun açık olsun yüreğinde taze ümitler büyüten güzel çocuk, yolun açık olsun. Seni gözeten gözler, bir güneş gibi hiç eksik olmasın gönül semalarından.
-----------alıntı sonu--------------


Osman Alagöz'ün Bahar Yağmurumdun adlı romanından alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=L8DZAgAAQBAJ



Kompozisyon Dersleri

'Türk Edebiyatı' Tamlaması ile 'Deniz Yatı'!..


Kılavuz izin vermiyor diye bir kolaylığı kullanamayış, öğretmenlerin dörtte bir vakitlerini, söyleyiş hatalarını düzeltmeye yatırıyor.
B.N.


— Türkçe'yi doğru okuyup yazma ve kompozisyon yeteneği kazandırmak için Türkçe-kompozisyon derslerinde üzerinde durulması gerekli noktalar nelerdir?

— Evet, Türkçe'yi doğru okuyup yazma ayrı, edebiyat ayrı. İlki bir tohumdur. Ders kitabı değerinde kompozisyon bilgilerinin öğütlediği kurallar ötesinde çimlenir, yeşerir. Dal verme, çiçek açma alanı, hayatın kendisidir. İster okul edebiyat programlarının demirbaş eskileri olsun, ister bazılarımızın okullarda resmen hâlâ okutulmayışlarına hayıflandığımız çağdaş şairler, romancılar olsun her iki grup da ne yazmaya, ne kompozisyona fazla bir şey kazandırır. Şiir, hikâye, roman, hele şiir; kompozisyon dediğimiz yalın, açık anlatımı karartır, bulandırır. Çünkü edebiyat çapraşıktır, sanatlıdır; kompozisyon ise yalın, doğru ve düz yol.

Okuma-yazma gazeteden başlar. Gazete haber ve fıkralarından başlar, sonu makaleye çıkar. Doğru-düzgün Türkçe öğrenmesi için, öğrenciyi gazeteye alıştırmalı. Herhangi bir gazeteye, evine hangi gazete giriyorsa. Özel gazeteler almaya herkesin parası yoktur. Kompozisyon dersleri, kısa bir gazete haberi üzerinde uygulamalarla yürütülür. Haber genişletilir, cümleler "fikir" ekseninde yeni yeni kalıplara dökülür, özü koruyarak değişik biçimlerde yeni cümleler yapılır. Örneklemelerle genişler suda halkalar. Bu işe tek gazete, bir gazetenin eski bir nüshası bile yeter. Parça parça kesilen bir gazete bile yeter. Öğrenciyi boyuna "edebi eser" okumaya zorlamak fazla şey istemektir. Önce alfabeyi öğretelim, sonra felsefe! Hem her öğrenci "edebi eser" alacak güçte midir, öteki derslerden vakti de var mıdır? Düşünmeliyiz. Sonra hikâye, roman kompozisyon kavramını dağıtır. Çocuk o dağınıklık içinde asıl gerekliyi kavrayamaz olur, şaşkına döner. Düzgün, kısa, süslemesiz anlatım (yani kompozisyon) başka, sanat başka. Edebiyat, sağlam bir kompozisyon temeli üzerinde yükselir.

"Doğru okumak!" - bir türlü çözümlenememiş bir noktadır bu. Meselâ, imlâ kılavuzlarımızda bir uzatma işareti vardır (düzeltme işareti de
deniyor, neyi düzeltme? Uzatma işareti bu!) ve dilimiz ne kadar özleşirse özleşsin, uzun sesli (şimdi "ünlü" diyorlar), uzun sesli kelimelerle de doludur. Bahanemiz var, kestanemiz var. Uzatma işareti gibi bir kolaylığımız da olduğu halde, içinde uzun sesli bulunan yüzlerce kelimeden bu işaret esirgenmiştir. İmlâ kılavuzlarında kurallar sık sık değiştiği halde bu hiç değişmedi. Yani uzun okunacak seslilere uzatma işareti konması, kural değil hâlâ. Ama niçin? "Nâmık" adını "çatık" der gibi, "Türk edebiyatı" tamlamasını, "deniz yatı" sözünü okur gibi okuyan öğrenciler, imlâ yetersizliklerinin kurbanıdırlar. Kılavuz izin vermiyor diye bir kolaylığı kullanamayış, öğretmenlerin dörtte bir vakitlerini, söyleyiş hatalarım düzeltmeye yatırıyor. Nutuklarda, beyanatlarda, spiker haberlerinde sürüp gidiyor bu söyleyiş bozuklukları. Çözüm niçin kulak alışkanlıklarına kalsın kolaylıklar varken?

— Edebiyat öğretiminde nasıl bir yöntem uygulanmalı?

— Burada eski metinleri benimsetme güçlüğü vardır. Ama bunun da çözüm yolları yok değil. Eski bir şair, eski bir yazar, o söylediklerini bugün söyleseydi, yazsaydı nasıl yazardı? Fazla yüklü, ağır sanatlarından, söyleyiş süslerinden sıyırarak, günümüz diline, zevkine aktaralım metni. Edebiyat öğretimi, dünle bugün arasında hızlı bir trafiktir. Tecrübelerim oldu: Nedim'den bir gazel, Nefî'den bir medhiye okuturken günümüzün bir şairine geçerdim. İlişkiler her zaman vardır, kurabiliriz. Nedim - Faruk Nafiz, Nefî - Dağlarca. Konu, tema ne kadar değişir? Yürüyen zaman bakış açılarından ne kadarını yok eder, buna neler ekler? Örnektir: Pir Sultan'ın her dörtlüğü "İreçberler hoşça görün öküzü" mısraıyla biten bir şiiri, bir zamanlar edebiyat ders kitaplarında vardı, okutulurdu. Bu şiirin peşinden Dağlarca'nm "Sarı Öküzüm Neren Ağrıyor?" şiirini okutur, iki şiir arasındaki kesişmeleri, değişik anlatım olanaklarım (aynı tema çevresinde) gösterirdim. Mümkündür. Şeyh Galip - Ahmet Hâşim, Yunus - Asaf Halet, Tevfik Fikret - Ziya Osman, hattâ Hüseyin Rahmi - Orhan Kemal arası gidiş gelişler. Eski-yeni bağlantıları ufku genişletir, dersi diriltir, ilgiyi artırır. Doğum-ölüm tarihleri, hayat hikâyeleri, eser listeleri ezberletmek, tembel öğretmen harcıdır. Bunlar onda birdir, onda dokuz buzların konuya eklenecek sıcaklıkta eritilmesi işidir. Bir zevk işi demek daha doğru.

— Başarı sağlama tavsiyeleriniz?

— Tek tavsiyem: Sevmek, eskide - yenide bize kazanç değerlere açık tutmak kendimizi. Yunus öyle diyordu: "Aşk gelicek (heves, şevk, istek olunca) cümle (bütün) eksikler biter."

9 Bu konuşmanın daktilo metninde herhangi bir not bulunmamaktadır.


Behçet Necatigil'in Düzyazılar 2: Konuşmalar, Konferanslar adlı eserinden alıntıdır. Google kitap için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=czukAwAAQBAJ

Kompozisyon Kabiliyeti ve Eğitimi

Kompozisyon Kabiliyeti ve Eğitim

"Yazmak, insanı, bütün bildiklerini ve düşündüklerim, insicamlı bir Şekilde aktarmaya zorlar"

İnsan taklit ederek öğrenir. Bir öğrenci temel kompozisyon kaidelerini başlangıçta bu Şekilde tahsil eder. Fakat daha sonra orijinal fikirler geliştirmek, tenkit edebilmek, yeni terkiplere ulaşmak için taklit yetersiz kalır. Fasih ve beliğ olduğu kadar tesirli ve doyurucu yazmak hiç de kolay değildir.

Evet, "açık" yazmak çok zordur. Bilhassa mevzu yeni ve muhteva kompleks ise, iyi bir kompozisyon hazırlamak çetin bir iştir. Çünkü yazmak, insanı, bütün bildiklerini ve düşündüklerini, insicamlı bir şekilde aktarmaya zorlar. Bütün bu zorluklar düşünülürse bir öğrenciden hatasız ve mükemmel bir kompozisyon yazmasını beklemek gerçeklere terstir.

Gerçekten de hatalar, insan olmanın getirdiği gayet tabiî neticelerdir. (Norman ve Shallice, 1980; Norman, 1981; Neisser, 1982; Beaugrande, 1984: 17) Bir talebenin hatasını hoşgörmeyen öğretmen, onun insan olmasını hoşgörmüyor demektir. Hata yapmak fıtrî bir gerçek olunca, kesinlikle bir kabiliyetsizlik veya zekâ geriliğine delil olmaz. Zaten önemli olan basit konularda, ezberlenen kompozisyon kaidelerine körü körüne uyarak "hatasız" (ama hiçbir orijinalliği olmayan) yazılar yazmak değil, ağır mevzularda bile selis ve tesirli eserler ortaya koymaktır. İlk plânda yanlışlıklar olsa bile neticede mevzuya hakim olup hataları azaltmanın bir zaman meselesi olduğu unutulmamalıdır. (Bereiter, 1980: 76; Elbow, 1981: 100; Keech, 1981: 59)

Talebeler öğrenme faaliyetlerinin yönlendirilmesine muhtaçtırlar. Şevklerini kıracak tahkir edici tenkitler yerine kendilerine yol göstermek yeterli olacaktır. Bu yol gösterme, sadece hatalarını göstererek yapılmaz. Sürekli olarak öğretmenin tashih ettiği hatalar öğrenciye çok Şey kazandırmaz. Bu yaklaşım, talebenin kendi başına hatalarını keşfedip bunlara çare bulmasına da mani olabilir.

Kesin kaideler, tahsili kolaylaştırmaktan ziyade aksatmaktadır, (Rose, 1981) zira öğrenci farklı hocalardan aldığı farklı "doğru-yanlış" cetveli yüzünden bocalamakta, bunlara uymak uğruna hiçbir zaman yapmadığı hataları bile yapmaktadır. (Harris, 1979; shaughnessy, 1977) Bu şekilde kararsız ve çekingen bir hale gelen öğrencinin tesirli, esnek ve orijinal yazması mümkün değildir. (O halde dilimizde, akademik format ve imla kaideleri hakkında müsamahalı bir mutabakatın, esnek bir konsensüsün oluşması için çalışmalıdır).

Bir kompozisyon kağıdı üzerindeki "kırmızı işaretler", öğrencinin yazdıklarının "ne kadar doğru" olduğunu değil, tam olarak "yanlış" olduğunu gösterir. Bu işaretlere bakıp nereye kadar hangi ifadenin dilde kabul edilebilir olduğu kestirilemez, yani talebe dil kullanımındaki esneklik ve tolerans sınırına bu metotla vâkıf olamaz. (Zoeliner, 1969: 280) Böyle bir durumda zevkli yazı yazmak işi, sıkıcı bir yük olur. Minik hatalarla zihni meşgul olan öğrenci asıl mesajları veremeyecek hale gelir.

Öte yandan fikir ve beyan hürriyetinin ve esnekliğinin bulunması gereken bir saha olan edebiyat, çoğu zaman iktibaslar, hayat hikâyeleri ve eserlerdeki kurgulardan bahsedilerek işlenir. "Kendi üslûbunu ve beyan ufkunu bulma" demek olan kompozisyon derslerinde, kuru ve gereksiz kaidelere (cümle "ve" ile başlamaz, bir paragraf en az 3, en fazla 5 cümle olur, bir cümlede 30'dan, bir paragrafta da 150'den fazla kelime bulunmaz gibi) riayetten ve sathî yapıya sıkı sıkı bağlanmaktan muhteva ve mesaj gözardı edilir.

Talebeyi bekleyen muhtemel tuzaklar bu kadar değildir. Çoğu okulda, talebenin serdettiği hükümler, hocanın zihnindeki inançlara tekabül etmezse, talebe "hatalı neticeleri" yüzünden düşük not almaya mahkumdur. (Fishman vd, 1967: 16i) Öğretmenin inançlarını öğrendikten sonra bunlara uygun şeyler yazmak da çok tesirli olmaz, zira inanılmayan bir mevzuda konuşup yazmak hatalan artırır. (Mehrabian, 1971) Her talebenin ilgi duyduğu sahada yazması başarıyı artırabilir. Gereksiz bir mevzu, manasız bir yazı doğurur. (Booth, 1975: 75) Çünkü "sıkıntı", idrak ve beyan kabiliyetinin tam olarak kullanılmasını engeller. Talebeyi motive eden konular, yazıyı akıcı hale getirirler. (Graves, 1973; Keeney, 1975) ve tecrübesiz yazarların çoğu zaman maruz kaldıkları "aşırı zihnî yükü" hafifletirler.

Talebelerin artık, eskisi kadar çalışkan olmadığı, isteseler de bu işi öğrenemeyecekleri, yazı yazmanın bir sanat olup öğretilemeyeceği gibi mübalağalara da aldanmamak gerekir. Sistemli, hoşgörülü, zengin kaynaklarla desteklenmiş, hususî ilgi ve zevklere hitap edebilen bir çalışma ortamında, kompozisyon sanatkârlarının yetiştirilmesi hiç de zor değildir.

Yazı yazma kabiliyeti kültür, teknoloji ve medeniyet açısından en çok ihtiyaç duyulan kabiliyetlerdendir. (Faigleyvd, 1981) Zira bilimlerdeki gelişmeler ancak fasih ve beliğ bir beyanla hızlanıp tesirli bir hale gelir. Bir gün yazı yazmak işi bir angarya olarak görülüp de bilgisayarlara yaptırılmaya kalkışılırsa, insan bilgisinin kemale ermesi ve eşsiz üsluplara ulaşmak konusunda büyük bir hata yapılmış olacaktır.

Yusuf Alan'ın Lisan ve İnsan adlı eserinden alıntıdır. Google kitap erişimi için tıklayınız: https://books.google.com.tr/books?id=lkO3BwAAQBAJ

Kompozisyon Yazma Öncesi Etkinlikler - Beyin Fırtınası

.....

1. Beyin Fırtınası (Brain Storm)

Bu metot, yazma öncesinde sınıfta uygulanabilecek bir grup çalışmasıdır.
Metot, öğretmen tarafından önceden belirlenmiş bir resim, müzik parçası, fotoğraf veya konu üzerinde öğrencilerin akıllarına ilk gelenleri; duygu, düşünce ve hayâllerini çok hızlı bir şekilde ortaya koymalarına dayanır. Amaç, konuyla ilgili fikirlerin akıldan geçtikleri gibi aynı hızda -imlâ, plânlama, mantık silsilesi hiç önemsenmeden ortaya çıkarılmasıdır. Bugün bu yöntem, senaryo yazmada, şirketleri daha verimli hâle getirmede ve başka birçok konuda fikir geliştirmeye yönelik olarak kullanılmaktadır. Öğretmenler de bu metotla öğrencilerin hayâl güçlerini, yaratıcılıklarını geliştirme amacını gütmektedirler.

Örnek Uygulama:

Sınıfa yaşlı bir adamla satranç oynayan küçük bir kızın fotoğrafı gösterilir ve 5-10 dakika içerisinde öğrencilerden fotoğrafla ilgili düşüncelerini, sorularını, hayâllerini yani akıllarına gelenleri söylemeleri istenir. Bunlar öğretmen tarafından tahtaya öğrenciler tarafından da kâğıtlara not edilir. Bu yöntem öğretmenin fotoğrafla ilgili spesifik bir soru sorarak öğrencileri yönlendirmesi şeklinde de uygulanabilir. Meselâ öğretmen “Niçin beş yaşlarında küçük bir kız yetmiş seksen yaşlarında bir adamla satranç oynuyor?” sorusunu sorup düşünceleri bu noktada yoğunlaştırabilir (bk.Raimes, 1984).

Görüldüğü üzere bu yöntemle öğrenciye konu verilmemiş, yazması için bir sebep verilmiştir. Ayrıca klâsik yöntemde öğrenci hiçbir bilgi kaynağına başvurmadan konuyla ilgili kendi bilgisi, hayâlleri, duyguları, kelime hazinesi ile yalnız başınadır. Oysa beyin fırtınası metoduyla öğrenci diğer arkadaşlarının fikirlerinden yararlanır, kendisinin konuyla ilgili bilgilerini ortaya koyar ve bunlarla diğer görüşler arasında bağlantı kurar. Artık boş kâğıt öğrenci için o kadar da ürkütücü değildir.

Kompozisyon genellikle bireysel bir etkinlik olmasına rağmen sınıfta böyle olmak zorunda değildir. Öğrenciler yazmadan önce ve sonra konuyla ilgili bilgilerini paylaşabilir, beyin fırtınası metoduyla aldıkları notları birbirlerine okutabilirler. Öğrenciler bu metotla, konuyla ilgili düşüncelerini, bilgilerini ortaya karışık olarak koyduktan sonra bu malzemeyi plânlamaya geçerler ve bir taslak hazırlarlar. Öğretmen, bu aşamada sınıfta dolaşarak hazırlanan taslaklar üzerinde yönlendirmeler, eleştiriler yapabilir.

2. Resim, Fotoğraf Kullanımı

.....

3. Müzik Dinletme

.....

4. Film Parçaları

.....

5. Bir Problemi Çözme Aktivitesi

.....

6. Gazete Kupürleri, İlânlar

.....

7. Kümelendirme/Sınıflandırma (Cluster)

.....


Galip Güner'in Türkçe Kompozisyon Öğretiminde Yazma Öncesinde Yapılabilecek Bazı Etkinlikler adlı çalışmasından alıntıdır. Eserin tamamına ulaşmak için tıklayınız: http://erciyes.dergipark.gov.tr/download/article-file/219289